GİLA BENMAYOR
İstanbul Modern kuruluşunun yirminci yılında dünyanın önde gelen “aktivist” sanatçılarından Olafur Eliasson’u ağırlıyor. Sanatçının Türkiye’deki ilk kişisel sergisi ‘Senin Beklenmedik Karşılaşman’, müzenin şehrimizdeki eşsiz konumundan ilham alarak yaptığı yeni işleri dahil kırka yakın eserini kapsıyor. Çevre, iklim değişikliği, sürdürülebilirlik gibi konularda aşırı duyarlılığı nedeniyle sanat çevrelerinde “aktivist” olarak tanımlanan Olafur Eliasson Danimarka doğumlu ancak çocukluğunun büyük bölümünü babasının ülkesi ‘Buzlar Ülkesi’nde geçirdiği için tam bir doğa düşkünü. Dolayısıyla doğadaki anlık değişimleri, renkleri, suyu, ışığı, ışık yansımalarını sürekli gözlemliyor ve eserlerine aktarıyor. Bu sergi için yeni ürettiği “Günbatımından şafağa Boğaziçi” eserinde örneğin İzlanda’ya özgü bir kütük parçası (yalos) üzerinde el üretimi renkli camlar sıralanıyor. Renkler Boğaziçi’nde şafaktan gün batımına dek görebileceğimiz renkler sarılar, pembeler, turuncular, morlar ve arada suyun rengi maviler, yeşiller... Yıllardan beri ışık, renk uzmanlarıyla çalışan Olafur Eliasson esasında bir fikirden yola çıkıyor ve bunu hayata geçirecek ekiple birlikte çalışmalarına başlıyor.
İstanbul ile ilişkisi 1997 yılında katıldığı 5. İstanbul Bienali ile başlayan sanatçıya sorularımı sergi açılışından bir iki gün önce İstanbul Modern Müzesi’nin Kurumsal İletişim Direktörü Begüm Güven aracılığıyla yazılı olarak iletmiştim. Ne ki açılışta İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı ve Eczacıbaşı Topluluğu CEO’su Atalay Emrah’ın da katıldığı basın toplantısında konuşan Olafur Eliasson kendini o kadar güzel ifade etti ki bendeki yanıtları -büyük olasılıkla ekibinin- o anda gözümden düştü! Gazetecilikte zoom da olsa yüz yüze görüşmenin ne kadar değerli olduğunu bilmem anlatabildim mi? Dolayısıyla konuşmasına kısaca değinerek soru cevaplara geçeceğim. Olafur Eliasson, konuşmasına “beklenmedik karşılaşmaların olacağı sergimi açık gözlerle ve açık kollarla karşılayacağınızı umut ediyorum” diye başlıyor. Dediği gibi hayatımız sayısız beklenmedik karşılaşmalarla dolu. Sanatçıya göre, müzeler karşılaşmaların olduğu kadar deneyim de yaşandığı yerler. “Deneyimler sana gelen ya da verilen şeyler değil senin yarattığın şeyler diye düşünmek istiyorum” diye ekliyor. Yani müzeye gelen sadece izleyici değil katılımcı olacak. Sanata angaje olduğun zaman daha çok şey göreceksin, deneyimleyeceksin özellikle de beklenmedik şeyleri, sürprizleri deneyimleyeceksin. Olafur Eliasson’un sanatı da zaten tam böyle bir şey. Beklenmedik şeylerle karşılaşıyorsun, deneyimliyorsun. Sanatçının alkışlarla sonlanan konuşmasından sonra yazılı sorularıma gelen cevaplara geçiyorum:
Geçmişte İstanbul’da sanat etkinliklerinde yer aldınız. Sanat kariyerinizde İstanbul’un yeri nedir?
İstanbul’un bendeki yeri çok özel zira 1997 yılında Rosa Martinez’in küratörlüğünü yaptığı 5. Uluslararası İstanbul Bienali’ne katılmıştım. Söz konusu bienal katıldığım ilk uluslararası etkinliklerden biriydi. Bienalde 1993 yılında yaptığım “Güzellik” adındaki enstalasyonum Yerebatan’da sergilenmişti. Bu enstalasyon benim için hala çok özeldir zira çevremizi nasıl algıladığımızı, birlikte onu nasıl yarattığımızı sorgulayan ilk işti. Su damlacıklarından oluşan bir sis perdesinin üzerine düşen beyaz ışık kırılarak gözle görünebilir bir gökkuşağı oluşturuyordu. Bu görüntü ışığın belli bir açıdan verilmesi ve su damlacıklarının kırılması ve yansıtmasıyla ilgili. Sonuçta iki izleyici aynı gökkuşağını görmüyordu.
Renzo Piano’nun binası serginizi bir şekilde etkiledi mi? Katar’daki son serginiz ‘Meraklı Çöl’de ilham kaynağınız çöldü. İstanbul’da ilham kaynağınız nedir?
Uzun zaman önce büyük bir müzenin dışardaki dünyadan kaçabileceğiniz bir yer değil ancak dünyayı daha büyük bir ölçekte anlayacağınız bir yer olduğunu fark ettim. Sanat eserleri benim için dil gibidir. Fiziksel sınırları aşabilirler. Kültürde elbette sınır yoktur ve kültürün olmadığı bir yer de yoktur. Müzenin içindeki ve dışındaki eylemlerin akışkan ilişkisine mekâna özel işlerle örneğin ‘Günbatımı kaleydoskopu’ ile dikkat çekiyorum. Ayaklar üzerinde ahşap bir kutunun yer alan kaleydoskop, kendi ekseni etrafında renkli cam ve kutunun içini saran aynalar aracılığıyla kenti izlemek için yeni bir yöntem öneriyor. Boğaziçi’ne doğru gözlerinizi gezdirirken izleyici olarak kendinizi gözlemci durumuna getirip dikkatinizi dalgalar, gün ışığını, gemicilik faaliyetlerine ve İstanbul’un tarihine çeviriyorsunuz.
Davos’ta 2016 yılında birkaç yıl sonra ise Katar’daki İklim Zirvesi’nde ‘Küçük Güneş’ projenizi görmüştüm. Afrika’da elektriğe erişimi olmayanlar için geliştirdiğiniz minik güneş biçimindeki aydınlatma gereçleri aklımdan hiç çıkmadı. Bu projeniz devam ediyor mu?
Bir güneş lambası, bir STK ve bir vakfın adı olan ‘Küçük Güneş’ benim için gönül koyduğum son derece kişisel bir proje olmaya devam ediyor. Temiz yenilenebilir enerjinin, herkes tarafından kullanılabileceği, gün batımından gerekli durumlar için –ders çalışmak ya da malını satmak - sonra cepte taşınabileceği fikri beni çok cezbetmişti. Etiyopya’da zaman geçirdikten sonra mühendis arkadaşım Frederik Ottesen ile birlikte değişik dünyalar olarak algılanan çağdaş sanat ile küresel gelişmeyi neden yan yana getirmeyelim dedik? Geçtiğimiz 13 yıl boyunca bu proje Burkina Faso, Etiyopya, Senegal, Ruanda ve Zambia’ya ulaştı. Küçük Güneş’in, güneş enerjisi aracılığıyla toplumları güçlendirmeye yarayan kolektif eylemin sembolü olmasından dolayı gururluyum.
Sanatınızdan konuşmak gerekirse bunun büyük bir bölümünün çevreyle ilgili kaygılarınızdan kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Neticede aktivist bir sanatçı olarak biliniyorsunuz...
Çocukluğumun büyük bir bölümünü İzlanda’da geçirdiğim için çevreyle ilgili büyük bir duyarlılık geliştirdim. Buzulların ve şelalelerin büyüklüğünü, ihtişamını yaşadım ama ne kadar kırılgan olduklarını da gördüm. İnsan eliyle doğanın nasıl etkilendiğine tanıklık ettim: Örneğin bir kamyon bir yosun arazisinden geçerse arkasında bıraktığı iz onlarca yıl görünebilir zira yosun iyileşemez. Bilinç tarihi Profesörü Donna Haraway’in “doğa-kül tür” teorisinde ortaya koyduğu gibi, doğa ile kültür arasındaki ilişki pek çok sanat eserimin arkasındaki ana fikri oluşturur. Şimdi 2024 yılında, yeryüzündeki hemen hemen herkesin “küresel ısınmayı” duyduğu bir dönemdeyiz. Farkındalık yaratma dönemini arkada bıraktık. Aynı şekilde artık hiçbir krizin tek başına ortaya çıkmadığı da gün gibi aşikâr. Pandemi, sistematik ırkçılık vs... Bunların iklim kriziyle bir şekilde bağlantılı olduğu ortaya konmuş bir durumda. Bazı sanat eserlerim kavramsal olarak iklim krizine yönelik ise de Berlin’deki stüdyomuzda yaptığımız her şeyi sürdürülebilirlik şekillendiriyor. Bu sadece “Yeryüzünü Kurtarmak” anlamında değil zira G20 ülkeleri eylemlerimizin genel olarak dünya üzerinde etkisi olduğu, gelecek nesillerin karşı karşıya kalacağı tahribatı azalttığı konusunda hemfikirler.
Sanatın dünyayı değiştirebileceğine inanıyor musunuz? Eğer cevabınız “evet” ise nedenini izah eder misiniz?
Olumlu değişime ilham vermesini umarak insanların sanata yöneldiğini görüyorum. Aslında “dönüşüm” kelimesinin “değişimden” daha uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu izleyicinin bir sanat eseriyle kurduğu kişisel bağlantılarla ilgili. İşte bu yönüyle sanat bir dil gibidir. Henüz dile getirilmemiş düşüncelerin bazılarına şekil verebilir. Kuralcı olmayan, izleyiciye sabit mesajlar vermeyen sanat eserleri yapmaya çalışıyorum. Zira izleyici ile sanat eserinin buluşması ve etkileşimlerinin nasıl anlam kazandırdığıyla ilgileniyorum. Bu sayede sanat hepimize doğası gereği çoğulcu, değerli bir alan sunuyor, farklılıklarımıza rağmen sanat eserleriyle bağ kurabiliyoruz.
Sanatçı ile yaptığımız söyleşi böyle. Bu arada sergi kataloğun da Olafur Eliasson’un sanatı üzerine yazar Elif Şafak’ın da güzel bir yazısı var. ‘Sanatın inatçı iyimserliği’ başlıklı yazısında Şafak iyi izlediği Olafur Elias son ile ilgili şu sözlere yer veriyor: “Eliasson, kategorilere sığmak istemeyen, yalıtılmayı veya çok tanımlı alanlara hapsolmayı reddeden bir sanat ortaya koyuyor”.
Sergiyle ilgili mini bir söyleşiyi de Oya Eczacıbaşı ile yaptık.
Eliasson henüz zirvede değilken 1997 yılında Rosa Martinez küratörlüğündeki 5. İstanbul Bienaline katıldı. Sanatçı ile diyalogunuz o yıllara mı dayanıyor?
Benim Olafur Eliasson’un eserleriyle ilk karşılaşmam söz konusu bienaldeki “Güzellik” adlı çalışmasıyla oldu. Ardından kendisini ve kariyerini yakından takip etmeye çalıştım. Tate Modern’de ki Turbine Hall için 2003 yılında geliştirdiği “Hava Projesi”, 2005 yılı 51. Venedik Bienali için özel ürettiği “Senin kara ufkun” adlı yerleştirmesi ve 2011 yılında İzlanda Reykjavik’teki Harpa Konser Salonu’nun cephesi için hazırladığı çalışma bir izleyici olarak keşfettiğim ve unutmadığım karşılaşmalardı. İstanbul Modern izleyicisi ise Eliasson ile ilk kez 2010 yılında “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar” koleksiyon sergisindeki “Kırmızı Duygusal Küre” ile tanıştı. Bu buluşma sonraki yıllar da “Senin güneş nebulan” eseriyle devam etti.
Sanatçının hangi yanı sizi en fazla etkiliyor. Doğa ile kurduğu ilişki mi? Kullandığı malzemeler mi? Yoksa aktivist yanı mı?
Olafur, elbette günümüzün en dikkat çekici ve takip edilen sanatçılarından biri. Yenilikçi ve çok yönlü pratiği beni her zaman çok etkiledi. Eserlerinde küresel ısınma, iklim krizi, sürdürülebilirlik gibi önemli konulara vurgu yapması ve izleyicileri dünyamızın geleceği hakkında düşünmeye davet etmesini çok önemsiyorum. Bu arada Eliasson’un yeni müze binamız için tasarladığı mekâna özgü kalıcı yerleştirmesi ‘Senin Beklemedik Seyahatin’ İstanbul Modern’in ilk günden beri simgesi haline geldi.
Türkiye’deki ilk kişisel sergisinde sanatçı Renzo Piano’nun binasıyla nasıl bir ilişki kurdu?
Sanatçının çok yönlü pratiğini keşfedeceğimiz yeni sergimizde, İstanbul Modern’in eşsiz konumunu da göz önüne alarak gerçekleştirdiği yeni üretimler dahil kırka yakın yapıt yer alıyor. Mekân algısını değiştiren bu çalışmalar yeni binamızla da bütünlük sergiliyor. Özellikle ‘Günbatımından şafağa Boğaziçi’ adındaki eser, Eliasson’un renk ve ışığa olan ilgisini suyla birleştirip etkileyici bir deneyim sunuyor.
Oya Hanım sizce İstanbul’daki ‘Senin Beklenmedik Karşılaşman’ sergisi Tate Modern’deki sözünü ettiğiniz ‘Hava Projesi’ ya da Katar’daki en son ‘Meraklı Çöl’ sergisi kadar dünyada ses getirir mi?
Açılışıyla birlikte 1 milyona yakın ziyaretçiyi ağırlayan ve uluslararası ödüllere layık görülen binamızdaki bu yeni sergi sanatçının 30 yıllık kariyerinin farklı dönemlerinde odaklandığı konuları izleme ve keşfetme imkânı sunuyor. Bu sebeple gerek Türkiye’den, gerekse yurt dışından gelecek ziyaretçilerin yoğun ilgi göstereceğine inanıyorum. Öykü Özsoy Sağnak, Nilay Dursun ve Ümit Mesci küratörlüğündeki sergiyi kaçırmayın. Sanatçının dediği gibi sürpriz karşılaştırmalar yaşayın.