Bu seneki Alfred Nobel adına İsveç Merkez Bankası’nın verdiği ekonomi ödülleri 3 iktisatçı arasında paylaşıldı: Ben Bernanke, Douglas Diamond ve Philip Dybvig. Diamond ve Dybvig 1983’te yayınlanan çalışmalarıyla “banka paniği”(bank run) kavramını bilimsel bir temele oturttular. Esasen “banka paniği” mazisi oldukça eskiye dayanan bir kavram. Daha 1850’lerde Walter Bagehot gibi ekonomistler bu konuyu işlemişler ve çözüm önerileri getirmeye çalışmışlardı. Ancak olayın formalize edilmesi artık Diamond-Dybvig modeli olarak bilinen çalışmayla gerçekleşti.
Banka Paniği özellikle ciddi şekilde türbülansa girmiş ekonomilerde her zaman karşımıza çıkabilecek bir olgu. Mevduat sahipleri bir banka hakkında olumsuz bir dedikodu çıkmış ise doğal olarak bir an önce bankadan paralarını çekmek ister ve banka gişelerinin önünde kuyruklar oluştururlar. (Nitekim Türkiye’de de en son 2001 bankacılık krizi döneminde benzer durumlar ortaya çıkmıştı.) Ancak bankalar yapıları gereği çekilmek istenen meblağ kadar parayı nakit olarak tutmazlar. Aldıkları mevduatın büyük bir kısmını kredilere kanalize ederek mevduat faizi ve kredi faizi arasındaki farktan (faiz marjı) para kazanmaya çalışırlar. Topladıkları mevduatın çok az bir kısmı kasalarında nakit olarak bulunur. Eski zamanlarda böyle durumlarda banka ya geçici olarak kapatılır ve zaman içinde paniğin geçmesi beklenir, ya da iflas ettirilerek mevduat sahiplerine tasviye sonrası (eğer nette bir para kaldıysa) ödeme yapılırdı. Ancak bu tabii ki oldukça yanlış bir yöntemdi. Böyle bir durum hasıl olunca doğal olarak tasarruf sahipleri diğer bankalara yönelmeye başlar ve bir bankanın krizi kısa zamanda sistemik bir krize dönüşürdü. Böyle bir durumda da tüm bankacılık sisteminin geçici olarak kapatılması gündeme gelirdi. (Roosevelt’in Büyük Buhran’da yaptığı gibi.)
Diamond ve Dybvig'e göre banka paniğine daha iyi bir çözüm mevduat sigortası. Eğer bankanız batarsa bankacılık otoritesi devreye girip paranızı size geri öderse, bankanızın batması konusunda çok fazla endişelenmenize gerek olmaz. Böylece banka panikleri önlenebilir bir hale getirilebilir. (Nitekim, Türkiye’de de TMSF önce 1994’te, ve sonrasında da 2001’de de bu işlevi yerine getirdi.) Diamond ve Dybvig ayrıca bir başka önlem olarak Merkez bankalarının bankalara likidite sıkışıklıklarında nihai borç verici olarak (lender of last resort) likidite sağlamasının önemini vurguladılar.
Ben Bernanke ise banka iflaslarının resesyonların başlıca nedeni olabileceğine dair çok açık ve somut nedenler ortaya koyan ilk makroekonomistlerden biri. Bu konular hakkında daha önce düşünenler tabii ki vardı (ör: Hyman Minsky), ancak Bernanke bunları bireysel ekonomik davranışla ilgili varsayımlara dayanan matematiksel modellere ilk uygulayanlardan biri oldu. Bernanke’nin çalışmalarındaki temel fikir varlık fiyatları ile kurumsal borçlanma arasında bir geri besleme döngüsü olduğu. Varlık fiyatları yüksek olduğunda şirketler, pahalı varlıkları teminat olarak kullanabildikleri için kolayca çok fazla borç alabilirler ve bankalar da borçlunun temerrüt riskini çok fazla dikkate almazlar.
Ancak varlık fiyatları düştüğünde, şirketler bir anda bankalardan borç almakta çok daha zorlanır, çünkü bankaların şirketlerin geri ödemeleri ile ilgili endişeleri artmış olur. Şirketler kaynak bulmak için bankalar yerine tahvil piyasalarına giderse de oldukça daha pahalı borçlanmak durumunda kalırlar. Sonuçta şirketler daha az borçlanıp daha az yatırım yapmak zorunda kalır, bu da ekonomik aktiviteyi azaltır. Bu durumda varlık fiyatları daha da düşer, ve oluşan kısır döngüyle birlikte kredi imkanları daha da kısılır. Bu döngüye “finansal hızlandırıcı” (financial accelerator) deniyor.
Bernanke’yi diğer 2 ekonomistten ayıran bir özelliği de sadece teorisyen değil, 2007-08 finansal krizi sırasında Fed’in başında olması nedeniyle uygulamacı da olması. Her ne kadar ilk atandığı 2006 senesinde Greenspan’in başlattığı faiz artış döngüsünü devam ettirerek 2007’de başlayan krizin çıkmasına bir miktar katkıda bulunmuş ise de, sonrasında (teorik çalışmalarının da ışığında) aldığı önlemlerle bankaların sistemik olarak batmasını ve krizin bir büyük buhrana dönüşmesini de önlemişti. Fed olarak aldığı en radikal önlem niceliksel gevşeme (QE) oldu. QE ile Fed bankalardan 3 trilyon doların üzerinde devlet tahvili ve ipoteğe dayalı menkul kıymet satın aldı. Çoğu batık olan bu varlıkları Fed'e transfer etmek büyük bankalara olan güveni yeniden tesis etmeye yardımcı oldu.
O günlerde bankaların Fed eliyle kurtarılmış olması ve geçen seneye kadar devam ettirilen ultra düşük politika faizi ve niteliksel gevşeme programlarının uzun vadeli etkileri bugünlerde çokça tartışılmakta. Hatta özel sektörün düşük faiz politikasına artık bağımlı olduğu ve bu nedenle bugün içine girilmiş olan faiz artırım döngüsünün ekonomide istenmeyen daraltıcı etkileri olabileceği dillendirilmekte. Ancak bir gerçek var ki, o da 2008 yılında Dünya ekonomisinin 1929 Büyük Buhranı gibi bir krize girmemesinin arkasında bu konuda yapılan ve 3 ekonomistin ödül aldığı çalışmalar ve benzerlerinin önemli payı var. Bunu da ekonomi biliminin bir başarısı olarak görmek gerekir.