Nazmi KARYAĞDI
E. Gelir İdaresi Strateji Geliştirme Daire Başkanı
Kişinin imkânın az ya da çok olmasından bağımsız olarak zorda olana, darda ya da yolda kalana, muhtaç olana veya afetzedeye yardım etmek insanoğlunu rahatlatan, hem kendisini hem de karşısındakini iyi hissettiren çok güzel, insani bir davranıştır.
Afetler veya bir takım zorluklar karşısında bir araya gelmek, birbirine yardım etmek ve dayanışma içinde olmak sanırım insan olarak yaratıldığımız ilk günden beri içimizde var olan bir duygudur. Çoğu zaman bu duygu, tamamen kendiliğinden, adeta bir refleks gibi ortaya çıkar.
Son yaşadığımız Kahramanmaraş (Pazarcık ve Elbistan) depremlerinden sonra da gerek yurt içindeki gerekse yurtdışındaki insanlar nakdi veya ayni yardım olarak adeta bölgeye aktılar.
Bir başkasının derdiyle dertlenmek olarak tanımlayabileceğimiz diğerkâmlık, hepimizin içinde canlandı. “Ne yapabilirim? Nasıl yardım edebilirim?” duygusu hepimizi harekete geçirdi.
Az veren candan, çok veren maldan
Çağlar ötesinden süzülerek günümüze gelen “Az veren candan, çok veren maldan” atasözümüzü Türk Dil Kurumu; “Varlıklı olmayan kimsenin yardım veya armağan olarak az şey vermesi büyük fedakârlıktır, varlıklı kimsenin vereceği armağan ve yardımlar fedakârlık sayılmaz” şeklinde açıklıyor.
Dolayısıyla da gerek ulusal kültürümüzde gerekse inanç dünyamızda fedakârlığın ölçütü çoktan değil de azdan verebilmek olarak tanımlanıyor.
Esasen bugüne kadar geliştirilen hiçbir ölçü birimiyle insan olabilmenin, insan onuruna saygı duymanın ve erdemlerin ölçülebilmesi, rakama vurulabilmesi mümkün olmamıştır. İşte atasözümüz tam da bunu anlatıyor aslında; parayla küçük tutardaki bir bağışın yüksek tutardaki bağıştan daha değerli olabilmesi…
Fedakâr millet
Her zorluk zamanında olduğu gibi son depremde de milletimizin yardımseverliği ve dayanışması ortaya çıktı. İş dünyasından da önemli destekler geldi. Ancak kimi zaman tamamen reklam kokan, marka görünürlüğünü artırmaya yönelik yaklaşımlar da kamuoyunun gözü önünde cereyan etti.
Reklam ve halkla ilişkiler sektöründe yönetici pozisyonundaki bir dostumun da belirttiği gibi bazı şirketler reklam bütçesinden bağış yaptılar.
Ancak bu tespiti hem gerçek hem de mecazi anlamda aktardığımızı da eklemek durumundayım.
Vergi yasalarında bağış ve yardıma tanınan teşvikler
Menderes Hükümeti zamanında, 15 Mayıs 1959’da TBMM’de kabul edilen 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun’un 45. maddesiyle ilk kez, gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince afetlerden zarar görenlere makbuz karşılığında yapılan yardımların masraf (gider) yazılmasının mümkün olduğu hükmolunmuştur.
Türk Vergi Reformu’nun iki temel direği olan ve 1950 yılında yürürlüğe giren 5421 sayılı Gelir Vergisi ve 5422 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunlarında kamu menfaatine yararlı derneklere kazancın belirli bir oranını aşmayacak tutardaki bağışlara indirim hakkı verilmişti. Ancak bunun dışında her iki kanunda bağışların gider yazılması ya da indirim yapılabilmesine ilişkin düzenleme yer almıyordu.
Bugünkü durum
Çok genel olarak ifade etmek gerekirse; gerek şirketler gerekse gelir vergisi mükellefi olan gerçek kişilerce, Cumhurbaşkanı’nca başlatılan yardım kampanyalarına nakdi veya ayni bağış yapılırsa bu bağışın, beyan edilecek vergi matrahından indirilebilmesi imkânı vardır.
Şirketler ya da gelir vergisi mükellefleri istemezlerse, yani “Ben bu bağışı vergi avantajı elde etmek için değil, hayır için, iyilik için, yardım için yapıyorum” diyebilirler ve vergi matrahından indirmeyebilirler.
Vergi avantajı elde etmek isteyen bir şirket 1 milyar liralık bağış yaparsa 200 milyon liralık bir vergiyi (bankalar 250 milyon lira) eksik ödeyecektir. Gerçek kişinin vergi avantajı ise artan oranlı gelir tarifesi nedeniyle 399 milyon 861 bin 400 TL olacaktır.
Esasen benim de bu yazımda gündeme getirmek istediğim husus şudur: Amaç tamamen hayır ve yardım ise bundan vergisel bir avantaj elde etmek vicdani olabilir mi?
Sorduğum sorunun cevabının kişiden kişiye, şirketten şirkete değişeceğini biliyorum. Ancak gelin isterseniz, gittikçe hızlanan yaşantımızda bir an durup, sorunun yanıtını her birimiz kendi vicdanımızda, kurumsal değerlerimizde arayalım!