Geçen hafta Almanya’da yeni koalisyon hükümeti bir yeni siyaset anlayışı ile görevi devraldı. Almanya’da fark yaratan yeni şansölye Olaf Scholz’un öncelikle Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’ni yeniden canlandırması oldu. Doğrusu ben Scholz’un SPD’yi birinci parti yapmak için yürüttüğü kampanyanın pandemi krizi ile birleşecek Yeşil Yeni Mutabakat’ın (YYM) asimetrik etkilerini yönetebilmek için son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Yoksullukla ilgili bir gündemi olmayanın yönetemeyeceği bir süreçteyiz doğrusu epeydir. Anlatmak isterim.
Aslında Almanya’da Sosyal Demokratlar 1970’lerin sonundaki Helmut Schmidt ve 1990’ların sonundaki Gerhard Schröder dönemlerinde gördüğümüz yüzde 40’lardaki oy oranlarına dönerek birinci parti olmadılar. Olaf Scholz partinin oy oranını yüzde 20,5’ten yüzde 25,7’ye yükseltti. Yüzde 20’lik artış önemli ve daha önemlisi bunu en soldan ve en sağdan oy alarak yaptı.
Peki, bir süredir SPD’yi terk etmiş görünen çalışanlar, işçiler, yoksullar, kaybedenler AfD ve Die Linke’den neden yeniden SPD’ye döndüler? Bunu herhalde Olaf Scholz’un “Saygı” üzerine örülü seçim kampanyasında aramak lazım. Şimdi Fransa’da Sosyalist Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı Anne Hidalgo’da aynı temayla Fransa’nın ilk kadın cumhurbaşkanı olmak için benzer bir kampanya yürütüyor.
Ne demek “saygı”? Benim Harvard Üniversitesi’nden Michael J. Sandel’ın 2020 baskısı kitabı “Liyakatin Tiranlığı: Ortak çıkara ne oldu?” (The Tyranny of Merit: What’s Become of the Common Good?)’dan anladığım kimseye tepeden bakmamak demek öncelikle. Herkesi insan yerine koymak demek. Yoksulluğun yoksulların sorunu olmadığını unutmamak demek. Yoksulluğun yoksulların hakkı olmadığını söylemek demek. İşçileri, çalışanları ve kaybedenleri yeniden sisteme dahil etmek demek. Amerika’da “Build Back Better” (Yeniden Daha İyi İnşa) dedikleri de bu.
Tabii kimse kimseye içinde bulunduğunuz şartlar sizin hak ettiğiniz bir durum demiyor. Ama siyaset hızlı teknolojik değişmeler çağında, daha iyi bir gelecek için üniversite eğitiminin şart olduğunu söylüyorsa, hatta bu eğitimi ne kadar iyi bir üniversitede yapıyorsanız, durumunuz o kadar iyi oluyor diyorsa. Bir de üzerine üniversite eğitimi yapmanız için imkan sağlıyor ve hatta daha fazla burs veriyoruz diyorsa, ne oluyor?
O vakit, üstü örtük olarak, varsıllar daha başarılı ve daha akıllı oldukları için yoksullardan daha iyi şartlarda yaşamayı hak ediyorlar demiş oluyoruz. Nedir? Yoksullar ancak yoksulluğu hak ettikleri için yoksuldur demek, bir nevi. Kötü.
Geçenlerde bir arkadaşımın çocuğunun ona aynen böyle sorduğunu hatırlıyorum doğrusu, “Baba, sen neyi yanlış yaptığın için biz şimdi ekonomik sıkıntı çekiyoruz” Sandel işte buna “piyasaya dayalı liyakatçi ahlak anlayışı” (market driven meritocratic ethic) diyor. Ne oluyor? Çocuklar ailenin yoksulluğunun suçlusunun ebeveynleri olduğunu düşünüyor. Soruyu soranın Z kuşağından olduğunun da altını çizeyim bu arada.
Etrafı bu anlayış, tek doğru olarak sarınca ne oluyor? Çalışan kesimler, en alttakiler doğal olarak öfkeleniyor ve tepki gösteriyor. Diplomalı/sertifikalı elitlere tepki gösteriyor önce. Seçimlerde oyunu kendisine tepeden bakmaya imkan veren sistemi alaşağı etmek için kullanıyor. Radikalleşme artıyor. Sağ ve sol popülizm güçleniyor, merkez eriyor.
Aynı durumu, LSE’den Andres Velasco “ihmal edilen yerlerin unutulmuş ahalisi”nin tepkisi olarak görüyordu, bölgesel dengesizlikleri de işin içine katarak. Onu daha önce anlatmıştım. Aklınızda bulunsun.
Buradan siyaset için üç sonuç çıkarayım. Birincisi, kimseye tepeden bakmayın, kimsenin ahını almayın. Bu doğrusu herkes için geçerli. İkincisi, özellikle Alman SPD’si ve Amerikan Demokratları gibi merkez solda olup da çalışanları ve en alttakileri temsil iddiasında olanların, yoksulların yoksulluğu hak ettiğine ilişkin söylemin kendisiyle mücadeleyi öne çıkarması gerekiyor. Meritokratik ahlak anlayışını yanlışlamak önemli sanırım.
Hiçbir ebeveyn “sen neyi yanlış yaptığın için biz yoksuluz?” sorusunu hak etmiyor bence. Almanya’da olanı ben bu çerçevenin içinde görüyorum ve doğrusu ya popülizm ve aşırıcılıkla mücadele açısından da son derece önemli buluyorum.
Üçüncü tespitim ise, daha güncel, Yeşil Yeni Mutabakat gündemi ile birleşecek pandemi krizinde temel önceliğin insanca yaşamaya imkan verecek bir gelir akımı ve gerekirse devreye girecek güçlü bir sosyal korunma ağı olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bir toplumda yalnızca teknoloji girişimcilerine ihtiyaç yok, musluk ve otomobil tamircileri ile kuryelere de ihtiyaç var. Tarlaların ekilmesi, çöplerin toplanması, okulların açık, trenlerin işler vaziyette olması da gerekiyor. Önemli olan herkesin güvencelere sahip bir işe ve insanca yaşamasına imkan verecek hakça bir gelire sahip olması. Bülent bey’in “insanca hakça bir düzen” dediği yer burası esasen.
Pandemi krizi ve yeşil yeni mutabakat, ülkeleri, bölgeleri, sektörleri, firmaları, bireyleri asimetrik etkiledi, etkilemeye de devam edecek. Bu ortamda artan ve artacak küresel ve bölgesel dengesizlikleri yönetmek önceki dönemlerden daha zor ve daha önemli olacak. Neden?
Öncelikle bugün önceki dönemlerden farklı bir dönem artık. 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu geçenlerde açıklandı. Birincisi, ülkeler arası küresel eşitsizlikler 2000’lerin başından beri azalırken, ülke içi gelir eşitsizliği küreselleşme sürecinde artıyor. Şimdi pandeminin ve YM’nin asimetrik etkileri hem ülkelerarası hem de ülke içi eşitsizlikleri azaltmayacak daha da artıracak. İşler zorlaşacak bir.
İkincisi, Avrupa gelir eşitsizliğinin en düşük olduğu bölge olurken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu bölge olarak ortaya çıkıyor. Avrupa hem gelir, her servet hem de karbon emisyonları eşitsizliği açısından en şanslı duruma. Türkiye bu dağılımda Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya daha yakın duruyor doğrusu. Türkiye için iş daha da zor olacak.
Burada sırası gelince Avrupa’da gelir eşitsizliğini azaltan faktörün devletin vergi sistemi vasıtasıyla geliri yeniden dağıtması değil, piyasaya dayalı “hakça” ücretleme (predistribution not redistribution) olduğunu da aklımdayken söylemiş olayım. İnsanın ilk aklına Sosyal Devlet prensibi geliyor ama değil diyorlar.
Üçüncüsü ise Dünya Bankası Türkiye Ofisi’nin yayımladığı Turkey Economic Monitor (TEM) hem 2018 ödemeler dengesi krizinin hem de pandemi krizinin gelir eşitsizliği üzerine etkisini pek güzel gösteriyor. 2021 rakamları da yakında tamamlanır ama zaten resim pek iyi değil.
Türkiye’de resmi yoksulluk tanımının altında kalanların oranı 2010 yılında yüzde 15,2, 2018’de bu oran yüzde 8,5’e gerilemiş. Ne olmuş? Türkiye’de yoksulluk sınırının altında olanların oranı ve sayısı azalmış. Sonra 2019’da kur şoku ile bu oran yüzde 10,2 olmuş. 2020’de ise yüzde 12,2’ye yükselmiş. Ne olmuş? Yoksulluk sınırının altına düşenlerin oranı yüzde 44 artmış. Gıda fiyatlarının artışı, hatada ısrar kaynaklı yeni bir kur şoku ile birlikte 2021’de bu oranın yüzde 15’in üzerine çıkmasını beklemek gerekir sanırım. Göreceğiz.
Şimdi bu ne demek? Z kuşağının işi önceki kuşaklara göre daha zor olacak. Birincisi, eskiden vasat bir işte çalışarak vasatın üzerinde bir hayat sürmek mümkündü. Artık değil. Hem vasat artık eski vasat değil, çıta pek yükseldi. Gıda fiyatlarındaki artış ortada, kendi başımıza ördüğümüz kur şoku ile gıda fiyatlarını her ne akla hizmetse daha da çok fırlattık. Gelir aynı daha.
Hem de gelir ve servet eşitsizliği giderek artıyor. Düşük faiz şimdi yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin edecek bir de. Daha önce anlattığım gibi. Şimdi döviz ve altında bekleyenlerin, ucuz kredi ile ev almış olanların durumunu siz de bir düşünün derim. Z kuşağından çocukların babasına “Sen nerede yanlış yaptın?” diye sormalarına yol açan zor bir vaziyet doğrusu.
İkincisi, Z kuşağı hayata atılırken, pandeminin asimetrik etkileri, Yeşil Yeni Mutabakat’ın asimetrik etkilerine karışacak. Böyle bir süreci Türkiye gibi bir ülkenin artık açıkça gördüğümüz gibi “analize değil-talimata dayalı ekonomi politikası kararları” ile yürütebilmesi açıktır ki mümkün değil. Bunu da dikkate almak lazım.
Ben bugünkü “yeni ekonomik model” tartışmalarına bakarken, yıllar önce TEPAV’ı kurmaya çalışırken, bir Amerikalı dostumun karşı çıkışını hatırlıyorum hemen. Yaklaşık yirmi yıl önce. “Türkiye’de think tank olmaz” demişti bana “çünkü siz Türkiye’de önce karar verip, sonra analiz yapıyorsunuz. Halbuki think tank geleneğinin varlık nedeni önce analiz yapıp sonra o analizlere dayalı olarak karar alıyor olmaktır. Biri olmadan öteki olmaz.” Ben hala haklı olmadığını düşünüyorum. On yedi yıllık TEPAV tecrübesi de düşüncemin şahidi. Ama bugün etrafa bakınca “yok artık” diyorum doğrusu.
Şimdi bu çerçevede pandemi krizi ile birleşecek Yeşil Yeni Mutabakat’ın toplam asimetrik etkilerini yönetmek kolay değil zor olacak. Z kuşağını mutlu etmek kolay olmayacak.
Yeşil Yeni Mutabakatta geç olmadan değişenin farkına varmak maliyeti azaltacak bir faktör. Ama öyle görünüyor ki, Ankara durumu geç fark edecek. Daha 2053 Net Sıfır patikasına nasıl oturacağımız bile belli değil gördüğüm.
Ondan sonra kendi emisyon ticaret sistemimizi (ETS) kurup, karbon salımlarını fiyatlandıracağız. Ama daha ETS’nin bu çağın en önemli vergi reformu adımı olduğunun farkında bile değiliz. Ne kamu bunun farkında ne de özel kesim. İşimiz iş. Halbuki tam da vergi reformunu konuşma zamanındayız bana sorarsanız.
Şimdi diyecekler ki, bu istikrarsızlık ortamında, şimdi bu işlerin sırası mı? Tam sırası.
İhtiyacımız kapsamlı bir ekonomik reform paketi ve Yeşil Yeni Mutabakat işte tam da o aradığımız kapsamlı ekonomik reform paketi ve ortada geniş finansman imkanları da var.
Türkiye’nin artık yeni bir hikayeye ihtiyacı var. Çakmasına değil hakikisine.