“Acı Bir Kayıp…
Bugün Safranbolu’da toprağa verilen, Safranbolu kitap ve belgesellerinin yazarı, gazetemizin tüm koleksiyonunu yıllarca inceleyip beş kitap yazan, araştırmacı gazeteci Aytekin Aytekin (Kuş)’un, Bartın Gazetesi’ne” diye başlıyordu Facebook’ta Esen Aliş’in Azim Kitabevi sayfasındaki yazı. Gerisini okuyamadım.
Safranbolu’nun tarihi ve tanıtımında büyük katkı sağlayan; Karabük’ün ilk Gazetecilik Yüksek Okulu mezunu olan; araştırmacı, yazar ve gazetecisi Aytekin Kuş, yaşamını yitirmişti. 75 yaşındaki Kuş, 54 yıldır biriktirdiği, içinde Safranbolu’nun tarihi anlatan birçok eserlerin de bulunduğu belgeleri hem korunması hem de gelecek kuşaklara bilgi kaynağı olması için dört torunun adını verdiği bir kütüphane oluşturmuştu.
Ben, kendisini yıllar yıllar önceki Safranbolu seyahatlerimde tanımıştım. Neredeyse 10 kez gitmiştim ve çoğunda Safranbolu'yu gezerken rehberimiz O’ydu. Safranbolu'nun 1975'te koruma altına alınmasından beri gönüllü rehberlik yapıyordu. Rehberi Aytekin Kuş olanlar çok şanslıydı. Yöreyi sokak sokak, bina bina, oda oda keşfetmeleri mümkündü. Gerektiğinde yerel ağzı kullanarak tatlı tatlı anlatıyordu.
Bu düzenli yolculuklarım nedeniyle zaman içerisinde dostluğumuz gelişmişti. En son sevgili Leman ve Atilla Dorsay geldiklerinde bizim rehberimiz olmuştu.
Çok uzun bir zamandır Safranbolu’ya gitmiyordum, ama Aytekin Kuş’tan hep haber almaya çalışıyor, ona selam gönderiyordum.
Emin olun, Safranbolu onsuz öksüz kaldı.
Aytekin Bey, görüşmediğimiz zamanlarda Safranbolu’ya gidecek olanlara hep anlattım sizi, bundan sonra da sevgiyle anacağım. Safranbolu yolculuklarımdan bir demet anıyla sizi anmak istiyorum, her satırda siz de yanımızdaydınız:
Sultân-i Yegâh bir beste çalıyor. Arkada kadın seslerinden oluşan bir koro... Ne zaman Safranbolu'ya gitsem, ne zaman bir Safranbolu evine girsem, daha kapısında duyuyorum bu sesleri...
Hava dışarıda yanıyor... İçerisi serin... Kimisi gümüş çivilerle çakılmış, kimisi hiç çivi kullanılmadan birbirine geçmiş tahtalar sanki soluk alıp veriyor. Yaşıyor Safranbolu evleri.
Havuzlu Baş Oda sedirlerle çevrili. Havuzun çeşmesinden akan su damlacıklarının sesleri evin tarihini fısıldıyor. Taa sekiz kuşak öteye gidiyor, örneğin İsmail Hakkı Asmaz Evi. Duvarlarında aile büyüklerinin fotoğrafları. Siyah-beyaz. Su bizlere olduğu kadar onlara da huzur vermiş ki gülümsüyorlar tozlu camların arkasından. Bu havuzlu salona Selamlık Odaları açılıyor. Hepsi birbirine saygılı...
Örneğin, girer girmez odanın içini göremiyorsunuz. Yandaki odayla bir kiler ayırıyor seslerin duyulmaması için. Simetri her şeye hâkim. Odanın duvarlarında büyük gömme dolaplar. Bugün banyo-tuvalet olarak kullanılıyorlar. Tavan, taban, sedirler birbirini tamamlıyor. Selamlık ile harem arasında döner dolaplar var Kaymakamlar Evi'nde olduğu gibi. Haremde "Çardak" denen sofa, tekne tavanlar. Her odada üzeri ahşap kaplama ocaklar. Emirhocazade Ahmet Beyler Evi'ndeki Baş Oda'nın on beş bin birbirine geçme parçadan oluştuğu söyleniyor.
Safranbolu'nun evlerin birbirinin manzarasını kapatmadığı mahallelerindeyiz. Bir dış duvar süslemesine bakıyoruz. Odalarda öyle güzel örnekler gördük ki… Burada eski Türkçe sözcükler yazılı, mavi bir zemin, üzerinde bir hilâl... Biraz ötede bir geyik boynuzu sarkıyor damdan, koruyucu, uğur getirdiğine inanılan.
Geyikler yaşarmış bir zamanlar Safranbolu'nun civarındaki ormanlarda. Göveren Köyü'nde de geyikleri çok seven birisi varmış yıllar yıllar önce. Altı haneli bir köymüş Göveren. Avcılık yaparlarmış, geyikleri öldürürlermiş tıpkı civardaki diğer köylüler gibi. Bugün bölgede neslinin tükenmesine neden olmuşlar. Geyikleri seven kişi dayanamamış, beddua etmiş: "Böyle giderse altı haneli Göveren yedi haneli olmasın." Adı Geyiklibaba'ya çıkmış, bugün türbesi var köyde ve yıllardır köy hâlâ altı hane... Halbuki orman Safranbolu'nun hayat kaynağı. Evlerin dışında, içinde, kiremitlerde, çitlerde, hatta minarelerde hep ağaç işçiliği görüyoruz.
Bir de asmalar var. Sokaklarda gölgelik. İnce kabuklu, iri, çavuşüzümü de denilen Safranbolu üzümleri çok ünlü.
O çok kalabalık aileler artık kalmadığından bir zamanlar tıklım tıklım dolu olan kilerler yalnızlıklarına ve tahtaları kemiren ağaçkurtlarına terk edilmişler. Yine de kimi sedirlere yörenin ünlü yayın eriştesini seriyor kadınlar kuruması için.
Çocukluğumun İstanbul’undaki Arnavut kaldırımları üzerinden yürüyoruz. Kapı tokmaklarını seyrediyorum, nazarlık işlevleri de gören kapı tokmaklarını... Hepsi birbirinden güzel. O tokmakları yapan Demirciler Çarşısı'na yalnızca birkaç dükkân kalmış. Çarşı demek mümkün değil. Tıpkı Yemeniciler gibi. Ünlü Yemeniciler Arastası 46 dükkanlık, üzeri asmayla kaplı bu alan, Kurtuluş Savaşı'nda ordunun ayakkabı ihtiyacını karşılayan Yemeniciler'in dükkânlarının olduğu bu bölge bugün Denizli Bezi'nden İstanbul'da üretilmiş kıvır zıvırın satıldığı bir çarşıya dönüşmüş.
Yemeniciler Çarşısı'nda Ahmet Demirezen'in dükkânı Yemeniciler Müzesi olarak korunmuş neyse ki. Ayakkabıların üretilmesinde kullanılan o hepsi birer biblo gibi aletler sergileniyor burada.
Ayakkabıcılık bitince tabakhane de terk edilmiş. Bugün sadece ismi ile mevcut. Bir mescit, yıkık durumdaki tabakhane binası ve korunmuş bir iki atölye tabakhanenin son tanıkları.