Bizim gençlik yıllarımızda İsviçre yeryüzü cenneti olan ülke olarak anlatılırdı. Köy kahvelerinin sohbetlerinde, Almanların saç kılı inceliğinde gümüş tel üretip, teknolojide ne kadar ileri gittiklerini kanıtlamak için İsviçre’ye gönderdiklerini, İsviçre’deki zanaatkârların da o telin ortasını boydan boya delerek iade ettikleri öyküsünü insanların hayranlık karışık bir heyecanla dinlerlerdi.
Daha ilkokul yıllarında İsviçre’ye gidip görme düşü zihnimin derinliklerine yerleşti.
İsviçre’ye ilk kez gittiğimde, Cenevre İstasyonu yakınındaki mütevazı otelin salonunda oturan çelimsiz bir Japon karşısında, lüks otolarıyla gelen İsviçreli gösterişli iş insanlarının ezikliklerini garip bir intikamın hazzıyla seyretmiştim.
Rahmetli babamla duygularımı paylaştığımda, “Karpuz keserek yürek ferahlamaz… Önemli olan Japon iş insanının yerini sizlerin almasıdır” deyiverdi.
Babamın uyarısından sonra, “İsviçre’nin 700 yıldır başarısının sırrı nedir” sorusu zihnimde daha da sağlamlaştı.
Organizasyonlarımızla gururlanalım
İsviçre’de öğrencilerinden yılda 130 bin Euro yıllık ücret alan saygın Lo Rosey okulunun sahibi ve yöneticisinin gazeteye yaptığı açıklamada[i] çocukluk günlerimden bugüne zihnimde mıh gibi sabitlenen sorunun yanıtını kısmen buldum: İsviçre insanları 700 yıl önce bir araya gelerek, ortak düşmanı yenerek bir arada yaşamaya karar veriyorlar. Ülkede değişik diller konuşulduğu gibi, aynı inançta olsalar da farklı mezheplerde olanlar da var. Ülkenin kurucu insanları, dünyaya tamamen açık bir kültür yaratma kararıyla yola çıkıyorlar. Herhangi bir ulusa dair özel gururla ilişki kurmuyorlar. İsviçre insanları yarattıkları sosyal organizasyonlarla, işlettikleri demokrasileriyle, birlikte yaşama iradeleriyle gururlanıyorlar.
İsviçre’de insanlar kendilerine dönük değerlendirmelerinde, kim olduklarını önemsemiyor, ne yaptıklarını sorguluyorlar.
Ölçüyü doğru koymanın toplumsal enerjinin değerlendirilmesinde ne denli etkili bir araç olduğunu düşünürken, ABD’de en yüksek mahkemenin, Başkanlar için, “Resmi görevleri kapsamında verilen kararlarda cezai bağışıklık vardır” kararı geldi.
Kaliforniya’nın önemli yargıçlarından Goodwin Liu([ii]) değerlendirmesinde, “ABD ortak bir din, ortak bir dil, ortak bir ırk veya etnisite üzerine kurulmadı. Ama ortak bir fikir vardı: Özgürlük. Bu ülkenin kurucuları özellikle Avrupa’daki baskı rejimlerinden yeni kıtaya kaçan insanlardı. Sonra gelenler de yine bu özgürlük fikriyle ABD’ye geldiler”, diyordu.
Ülkeler yönetilirken başarının sırrı, değerlendirmeleri ırk, inanç ve etnisite açıdan bakmadan, özgürlük temelli proje-odaklı bakarak kararlar üretmek ve uygulamaktır.
Paylaştığımız düşünceyi daha güçlendirmek için The New York Times yazarı Victor Mather’in analizlerine başvurabiliriz[iii].
Trump, suçu gizlemek için kayıtları saptırmaktan suçlu bulununca Joe Biden,“Amerika’da kimsenin kanundan üstün olmadığı ilkesi doğrulanmış oldu” diyor. Daha sonra oğul Hunter Biden’i de mahkeme suçlu bulunca, özel savcı David Weis ,”Bu ülkede kimse kanundan üstün değildir. Herkes yaptıklarının hesabını vermek zorundadır” açıklamasını yaparak ülkesinin temel değerlerini hatırlatıyor.
Şimdi ABD’de demokratların başkan adayı olacak olan Kamala Harris de söz konusu temel ilkeyi hatırlatanlar kervanına katılıyor.
Benden uzakta diye düşünmeyin
Demokrasinin ve çağdaş devlet yönetiminin temel ilkelerinden biri olan “kanun önünde herkes eşittir ilkesi” yüzyılı aşkın bir süredir bilinen, tekrarlanan, uyulması istenen bir ilke.
Columbia Hukuk Fakültesi profesörü Thomas W. Merrill yazdığı bir makalede “ Kralın, krallıktaki başka hiçbir yurttaşın talep edemeyeceği bazı ayrıcalıklara sahip olması muhtemeldir. Ama kral sadece müesses yasanın kendisine tanıdığı ayrıcalıkları kullandığı sürece bu durum hukukun üstünlüğünün ihlali anlamına gelmez” yorumunu yapıyor.
Magna Carta’nın Latince yazılmış metinlerinde, 1215 yılında, günümüzden 719 yıl önce “ Kimse hukuktan üstün değildir” denmiş, kralın yetkileri sınırlanmıştı.
Daha sonra ABD Başkanları ülke yönetiminin bu temel ilkesini değişik vesilelerle tekrarladı: Theodore Roosvelt ve Richard Nixon gibi.
Şimdi hepimiz, en üst ABD mahkemesinin, “Resmi görevleri kapsamında verilen kararlarda cezai bağışıklık vardır” kapısını açması üzerine düşünmeliyiz: Proje- odaklı, başarısı denenmiş gelişme siyaseti yerine, tek tip düşünce, tek adam yönetimi mi ikame edilmek isteniyor? Kurumları diri tutan ilke ve kuralların uygulanmasının önünü kesilmek mi isteniyor? Irk, inanç ve etnisite -odaklı yönetimlerin kendini üstün gören, ötekini aşağılayan ayrıştırıcı anlayışını besleyen yeni bir aşamaya geçilmek mi isteniyor? İnsanların “sorgulama hakları” aşındırılarak tarihin çirkin yüzünü sahnelemek isteyenlerin iştahı mı kabarıyor?
ABD kaliteli bilimsel makale yayınlarında geride kaldı… Patent ve patentlerin ticari uygulama aşamasına geçişte ıskalamaya başladı… Demokrasi ve insan hakları yerine, dar anlamda çıkarları öne çıkaran çifte standardıyla “rol modeli” olmaktan uzaklaştı. ABD’nin gidişatına gözlerimizi kapayamaz, kulaklarımızı tıkayamayız. Dünyamızın bu süper gücünde en yüksek mahkemenin “belgelediği” gidişat karşısında uyanık kalmak zorundayız… Sakin ola ki, “evinin önünü süpür, çok uzaklara gitme” demeyin. Biz bir büyük avluya açılan evlerde yaşıyoruz. Avlunun büyük evinde olup bitenler, bizim evlerimizi de yıkabilir… .
[i] Zeynep Atmaca, “Amacımız çocukların tutku ve yeteneklerini ortaya çıkarmak” Oksijen,S.:177,31 Mayısla-6 Haziran 2024
[ii] Ahmet Yavuz Uşakalıoğlu, “ABD’deki mahkeme kararı siyasi ve hukuki dengeleri değiştirecek” Karar, 23 Temmuz 2024
[iii] Victor Mather, “Hiç kimse kanundan üstün değil midir?” aktaran Oksijen, S.:180, 21-27 Haziran 2024