Bugün 30 Ağustos. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Bağımsızlık Savaşı” dizisinin dördüncü kitabında der ki:
“Onlar ki / Köylerini değil / Tarlalarını değil / Çiçeklerini değil / Yaşamalarını bile değil / Bu 30 Ağustos / Yeryüzünü sevmişler.”
Sevmişler ve Dağlarca’nın Mustafa Kemal’in ağzından dizelere döktüğü gibi özgürlükleri uğruna her şeyi göze almışlar:
“Her gece sessiz bir yürüyüştür / Özgürlükler için / Benden başlar her ülküde her adım.”
Bağımsızlık Savaşımız, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlayacaktır. Yine Dağlarca’nın ölümsüz dizeleriyle söyleyecek olursak:
“Bir gemi yol almakta, / Mavi almakta, yıldız almakta, gelecek almakta hey, / Büyürken soluğu gemidekilerin / Samsun’a doğru bir yas azalmakta.”
Vatan parçalanmış, insanlar, beş ayrı cephede savaşmaktan yorgun düşmüştür. Bütün olumsuz şartlara rağmen yaşanan gidişata dur demek için bağımsızlık savaşı başlatılacaktır. Hareket bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, hazırlanmıştır. Yıllardır süren yoksunluklar, yoksulluklara rağmen vatanlarını kurtarmak için yola çıkacak bu insanların bu süreçte çözülmesi gereken en büyük problemlerinden birisi, iaşelerini (yaşatma geçindirme, beslenme) sağlamak zorunluluğudur. Cephelerin asıl sorununun beslenme olduğu, şu bildiri ile de anlaşılmaktadır:
100 bin insanın ve 25 bin hayvanın beslenmesi için Ağustos ayının son haftasında Batı Cephesinde sadece 4 günlük ekmeklik, 10 günlük yemeklik kalmıştır. İstiklal Savaşı kahramanlarından Mareşal Fevzi Çakmak bu sıkıntıların en önemli tanıklarından biridir. Daha sonra verdiği bir röportajda Demokrat İzmir Gazetesi yazarlarından Naci Sadullah’a şunları söyleyecektir:
“Ankara ile İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz?’ demezler mi! Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli her halde yanlış tutmuş olduğunu söyledim. Bizim taarruza, Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler. Kendisine, ‘Vasıf Bey, şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir...’ dediğim zaman, Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı. (…) O dönem, bazen buğday, bazen de üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum. Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek, ‘Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük, çuval deliğinden üzüm çalıyoruz!..’’ dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım... Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!..”
Osmanlı Devleti’nin genel durumu da gittikçe kötüleşmiştir. Mali ve ekonomik bünyesi iyice sarsılmış, üretim çok azalmıştır.
Ulaştırma imkânlarının yetersizliği ve deniz yollarının da İtilaf Devletleri tarafından kontrol altına alınması halk ve ordunun yiyecek ikmalini güçleştirmiştir. Anadolu’da halkın büyük bölümü değirmencidir. Daha sonra şekercilik ve tahin imalatı gelmektedir. Az miktarda makarna ve konserve de yapılmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, 1921’de Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktalarından olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı’na hazırlanmak için topyekün seferberlik başlatacaktır, “Tekâlîf-i Milliyye” (Millî Yükümlülükler) adı verilen on emirnâme yayınlanır. Ordumillet el ele vermektedir. Ordunun giyim, yiyecek, araç gereç ve silâh ihtiyacının karşılanması için Tekâlîf-i Milliyye komisyonları kurularak halkın elinde bulunan yiyecek ve giyeceklerin yüzde 40’ı, nakliye aracı ve hayvanların da yüzde 20’si toplanacaktır.
Tekâlîf-i Milliyye emirleri karşılıksız olarak alınan borç değildir. Bedeli sonradan ödenecek zorunlu borçtur. Her ilçede kurulan Tekâlîf-i Milliyye Komisyonları, kimden ne kadar borç alındıysa kayıt altına alır. Vatandaşlarından alınan bir iğne bile defterlere yazılır. Ve Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Tekâlîf-i Milliyye emirleri kapsamında alınan tüm borçlar hak sahiplerine geri ödenir. Yunan ordusu, 22 gün ve gece devam eden Sakarya Meydan Savaşı’nda yenilir ve 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlar. Turgut Uyar son iki ayı şu dizelerle anlatacaktır:
Temmuz’da bir serçe kalkar Sakarya’dan / Ağustos’ta kartal döner. / Günler uzar hasretle dışımızdan, içimizden / Bir kudretli kumandadır bakışın Paşam, / Geceler içinde patırtılarla yanar
O dönemi en iyi algılayacağımız kaynaklar arasında Millî Mücadele’yi anlatan romanlar da yer alır. Kurtuluş Savaşı’na farklı açılardan değinen onlarca roman yazılmıştır. Kurtuluş Savaşı edebiyatımız yalnız romanlarla değil, farklı türlerde verilmiş eserlerle bir hayli zengindir. Bunlardan birisi de Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’dır. Yazımızı ondan dizelerle bitirelim:
“Dağlarda tek / tek / ateşler yanıyordu. /Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki / şayak kalpaklı adam / nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden / güzel, rahat günlere inanıyordu / ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, / birdenbire beş adım sağında onu gördü. / Paşalar onun arkasındaydılar. / O, saati sordu. / Paşalar: ‘Üç,’ dediler. / Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. / Bıraksalar / ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”