Her siyasi tercihin bir hikâyesi olmalıdır. Olmalıdır ki hedef kitleye pazarlanabilsin. Somut maliyetleri ikincilleştirilerek yürütülen bizim heterodoks ekonomi politikasının da vardı nitekim. İtinayla belirteyim, maliyetler gözetilmeden demiyorum. İkincilleştirilerek diyorum. Zira, ilgililer, şuursuz ve bilinçsiz olmadıklarına göre, kasıtsız da olamazlar. Kastın ne olduğunu da biliyoruz. Seçimi ne olursa olsun kazanmak. Tencere boş da olsa, halkın başkaca sinir uçlarına dokunulduğunda tepki verebileceği düzeyde kaynamaya devam etmesine yaslanan bir yaklaşımdı bizim “heterodoksi” ile anlattığımız. Bu bir ekonomi politikası olmaktan çok bir siyasi tercihti. Sosu bolca şovenizm, mağduriyet, ötekileştirme ve tezvirattan oluşuyordu. Kuşkusuz muhalefetin, yönetemediği bugün artık tartışma götürmez, kimi riskleri alması kıvamında da pişiyordu.
Netice seçim mevcut iktidar tarafından kazanıldı kazanılmasına ama bizim ekonomik hikâyenin de kendi tükendi, ışıltısı kaldı yadigâr. Bazen böyle olur. Doğrusu buraya kadarki haliyle hikâyemiz bana pirit taşının hikâyesini hatırlatıyor. Hikaye şöyle: İngiliz deniz akıncısı (Korsan bilgi parantezi: O ne demek derseniz, muktedirden izinli deniz haydutu oluyor.) Sir Martin Frobisher 1576’da Kanada’da bulduğu siyah pırıltılı taşı altın zanneder. Bir de Kraliçe I. Elizabeth’i bunun altın olduğuna ikna edince, Kraliçeden sermaye almayı da başarır. 1578’de bu siyah pırıltılı taştan 1.400 tonunu İngiltere’ye yollar. Londra Kulesindeki fırınlar yetmeyecek diye Thames Nehri üzerinde Dartford’da yatırımı yapılan yüksek kapasiteli fırınlarda altın ayrıştırılmaya çalışılınca olan olur. Eldekinin demir sülfüründen ibaret pirit taşı, namı diğer “enayi altını” olduğu ortaya çıkar. Anlayacağımız taş gider kumu kalır, ışıltı gider gerçek kalır…
Yine de bizim hikâye halen birçok kanaldan, yüksek sesle ve pek bir tutarlılık kaygısı gözetilmeden anlatılıyor. Ancak, bu ekonomik tercihler silsilesinin zenginden alıp fakire veren, Köroğlu gümbürtüsüne layık, bir tarafı var(mış) gibi yapılsa da sonuç öyle değil. Enflasyonun altındaki faiz küçük tasarruf sahiplerinin elindekini, avucundakini tüketti. Mevduat faizi dışında daha kompleks yatırım araçlarını kullanabilenler açısından durum asla bu kadar vahim olmadı. Galiba mahzar oldukları için, en ziyade müsamahaya mazhar olan şirketlerimizin de keyfi yerinde sanki. Finansal baskılama yoluyla maliyeti (faizi) düşük tutulan kredilerle tayınlandılar. Tasarruf sahibinin parası kendilerine servis ve servet edildi. Geçmişte Türk lirasıyla yüksek borçlanmış olan kimi şirketler, enflasyon sayesinde, ürünlerine zam yaparak lira cinsinden gelirlerini arttırdılar. Önceden stokladıkları düşük faizli lira kredilerini de bu hormonlanmış gelirler yoluyla kapattılar.
Bu hengamede ücret maliyetleri de enflasyonla artan bu gelirler vasıtasıyla finanse edilmiş oldu. Neticede asgari ücret rekor oranlarda arttırılmasına rağmen sürekli açlık sınırının gerisine düşüyor. Üstelik asgari ücretin kum gibi erimesinin zaman frekansı da azalıyor. Yapılan zammın enflasyona ezilme frekansı sürekli kısalıyor. Zira ilacın kendisi (ücret zammı) hastalığı (enflasyon) ağırlaştıran bir unsura dönüştü. Kuşkusuz inkarında birçok fayda gördüğümüzü ortodoks ekonomi kitabı var ya, işte onda yazılan “ücret-enflasyon” sarmalı tam da budur. Dar gelirliyi ilaç veriyorum diye umutlandırarak plasebo ile öldürmeye benziyor durum. (Entelektüel muhabbet parantezi: Bu laf Latince placebo’dan geliyor. Manası; “Seni hoşnut edeceğim”. Tam da duruma uygun. “Hoşnut etmek”, malum, ne “tedavi” etmektir, ne “kurtarmak”tır. Yaygın kullanımı elbette “faydası olmayan ilaç”, “şeker hapı” anlamınadır.)
Sonuç? Türk-İş’e göre açlık sınırı asgari ücreti yine solladı. Nisan 2023’de 10.135,50 lira. Devasa asgari ücret zamlarına rağmen asgari ücret meselesi tatsız bir “tavşana kaç, tazıya tut” hikâyesine döndü. Yine Türk-İş’e göre: “Gıda alışverişlerinde kilogramdan, grama ve tane”ye dönmek suretiyle “hayatını idame ettirmek durumunda kalmış olan vatandaş, temel tüketimlerinden daha fazla kısamaz hale gel”di. Şunu da belirtelim, genel olarak enflasyon asgari ücrete yapılan zam oranından yaklaşık %10 nispetinde etkileniyor. Bu demektir ki misal artış %100 ise enflasyon %10 artacaktır. Sermaye sahibinin bu artışı finansmanıysa ancak enflasyondaki bu artış ile mütenasip biçimde gelirlerini arttırmaktır. Bu da zam demektir, asgari ücrete zammın finansmanı ancak enflasyon yoluyla olur demektir. Anlayacağımız üzere tüm bunlar enflasyon öyle kolay kolay düş(e)mez anlamına gelmektedir. Bugün asgari ücrete ara zammın belirlenmesi amacıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ev sahipliğinde başlayacak görüşmeler tüm bu soğuk ve sert gerçekliklerin gölgesinde başlayacak.
Efendim müsaadenizle bu tespitler karşısında yapılması muhtemel tezviratın cevabını da peşinen vereyim. Zevata borcumuz kalmasın. Tahminim bahsi geçen tezvirat yine Köroğlu ile başlayacak: “Efendim, zam yapmayalım da vatandaşımızı hayat pahalılığına mı ezdirelim. Ezdirmeyiz!”; ve inleyen nağmelerle devam edecektir: “Ah ki ne ah, faiz lobisi vatandaşın halinden anlamaz…”.
Halbuki söylediğimiz açık. Size zam yapmayın diyen yok. Enflasyonu durdurun, ya da en azından Allah rızası için kitabına uygun şekilde indirmeye çalışın da bari; “Galip sayılır bu yolda mağlup”, diyelim deniyor. Zira mevcut ortamda kurun sabit kalması olası olmadığına göre, 500 ABD doları seviyesinde asgari ücret de belirleseniz bunun alım gücüne, geçim sıkıntısına merhem olma ihtimali yoktur. Kur ve enflasyon karşısında hızla ufalanacaktır. “Mahalli seçimlere kadar da böyle idare ederiz. Onu da bu ‘bedelli popülizm’ ile halledersek sonrası Allah kerim”, deniyorsa, buna da söyleyecek fazlaca bir şey yok…
Hatırlayacaksınız zamanın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin 2022 Aralık ayındaki son asgari ücret görüşmelerinde "Emin olun enflasyonun karşısında reel ücreti gerileten etkisini ortadan kaldıran bir asgari ücreti gerçekleştireceğiz" demişti. Cümlenin meramı açık. “Hayal kırıklığı yaratmayacak bir artış yapacağız”, demeye gelmiş. Ancak, bu iyi niyetli kabul edilebilecek sözler meselenin bu olmadığına dair bir farkındalığı; neden-sonuç ilişkilerini kavramışlığa dair bir ipucunu içermiyordu. Neticeyi hep birlikte yaşıyoruz. Şimdi de Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz çalışanları enflasyona ezdirmeyeceklerini söylemiş. Yine iyi niyetten kuşku duymayalım ama, enflasyonla mücadelede arkadan gelindikçe, yarışta üzerine tur bindirilenin kim olacağı ayan beyan ortada.
Bugüne kadar denenmiş olan yolun sonu büyüyecek işsizlik ve fakirliktir.