Arjantin’e değil, Meksika’ya bakalım!

Tuğrul BELLİ GÜNDEM

22 sene sonra yeniden girdiğimiz bu enflasyon girdabı nedeniyle ekonomimizin kaderini bir kez daha Arjantin ile özdeşleştirmeye başladık. Arjantin’in yüksek kronik enflasyonu ve ekonomik büyümesinin dalgalı seyri Türkiye ekonomisinin performansıyla yakın paralellikler gösteriyor. Keza, Arjantin’in popülizm dozu yüksek politikaları ve bunun neticesinde yıllardır süre gelen ödemeler dengesi ve bütçe açıkları da. Ancak bizim esasında kafamızı kaldırıp biraz daha ileriye baktığımızda dikkatimizi çekmesi gereken ülke Arjantin’den daha çok Meksika olmalı.             

Arjantin 46 milyon nüfusa sahip orta çaplı bir ülke. Ancak bir sanayi ülkesi sayılmaz. 84 milyar dolarlık ihracatının çoğunluğunu mısır, buğday ve et ürünleri oluşturuyor. Coğrafi konumu nedeniyle de oldukça izole bir ülke. Ticaretinin çoğu ister istemez Brezilya ve Çin ile. Meksika ise bize çok daha benzer bir ekonomik yapıya sahip. 130 milyon nüfusa sahip Meksika ekonomisinin yüzde 32’si sanayi üretiminden oluşuyor, ve ihracat hacmi de 522 milyar dolar. Doğal olarak dış ticaret yapısının ilginç bir tarafı ihracatının yüzde 75’ini ABD’ye ve ithalatının da %54’ünün ABD’den olması.

Meksika aynen bize benzer bir şekilde 1980’lerde ekonomisinde liberalleşme reformları uyguladı. Ve gene aynen bizim 1990’larda Avrupa ile Gümrük Birliği’ne girmemize benzer bir şekilde o da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) imzaladı. Bu sayede de ihracatında ve ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımlarda (FDI) kısa sürede büyük bir patlama yaşandı. Özellikle (o dönemdeki) ucuz iş gücü ABD’li üreticileri hızlı bir şekilde ve yüksek miktarlarda Meksika’ya yatırım yapmaya teşvik etti. Benzer bir şekilde, 1996 sonrasında bizde de FDI’lar arttı, ancak iki sebepten dolayı hiç bir zaman Meksika düzeyinde olmadı. Birincisi, aynı dönemlerde ucuz işgücü olan ve kültür ve altyapı olarak Batı Avrupa’ya daha yakın eski Demir Perde ülkelerinin birer birer AB’ye girmesi Avrupalıların yatırım önceliklerini bu ülkelere vermesine sebep oldu. İkincisi ise Türkiye’nin regülasyonlarını yeteri kadar düzeltmemesi ve şeffaflaştırmaması da FDI’ların (özellikle sıfırdan sanayi yatırımlarında) potansiyelin altında kalmasına yol açtı. Ancak gene de yatırımlarda ve sermayeye ulaşımda zorluklarla karşılaşılmasına rağmen Türkiye’nin ihracat hacminin 250 milyar dolarlara ulaşmış olması Türk sanayicisinin başarısı olarak kabul edilmeli.             

Dani Rodrik geçen ay Project Syndicate’daki yazısında “teknolojiye değil, verimliliğe odaklanın” darken Meksika’nın şaşırtıcı durumuna dikkat çekiyordu. Tüm yabancı yatırımlara ve ihracata yönelik sanayisindeki verimlilik artışlarına rağmen Meksika, sonraki yıllarda “toplam faktör verimliliği” azalışı yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. NAFTA ile birlikte küresel bir rekabet içine girdiği için Meksika’da üretimde verimlilik arttı. Uyum sağlayamayan daha az üretken firmalar sonunda kapanırken, kalan birçok firma yeni teknolojileri benimsedi ve daha üretken hale geldi. Ancak aynı zamanda rekabetçi sanayi şirketleri istihdamlarını azalttı ve GSYH içinde işgücünün giderek daha küçük bir pay almasına sebep oldu. (Bizde de böyle bir trendin varlığı görülüyor.) Ardından, küçük ve kayıt dışı firmaların egemen olduğu ekonominin geri kalanı, giderek daha az verimli hale geldi. Sonuç olarak, küresel yönelimli imalat sektöründeki verimlilik kazanımları, çoğunlukla kayıt dışı hizmetler olmak üzere diğer faaliyetlerdeki zayıf performansla fazlasıyla dengelendi.         

Rodrik’e göre küresel değer zincirlerine entegre olmanın beceri ve sermaye gereksinimleri o kadar fazla ki, bu kaynaklara yeterince sahip olmayan ülkeler, bir süre sonra firmalarının genişlemesini ve daha fazla nitelikli emek çekmesini engelleyen yüksek maliyet eğrileriyle karşı karşıya kalıyorlar. Nitelikli işgücü ve sermayenin fiyatı artık Dünyanın her yerinde neredeyse aynı. (Bizde, başka sebeplerden dolayı, sermayenin fiyatı da daha pahalı, o da başka!) Bu süreçte kırsal kesimden şehirlere akın eden işçilerin, üretkenliği düşük küçük hizmetlere girmekten başka çaresi de kalmıyor. (Türkiye’de bunu “mülteciler” diye de okuyabiliriz.) Açıkçası Türkiye’nin de böyle bir durumun içine girme riski (ve hatta şimdiden girmiş olma ihtimali) çok yüksek.         

Bu durum Rodrik’e göre kamunun ekonomide üretkenliği artırmaya yönelik olarak Ar-Ge teşvikleri ve yatırım vergi indirimleri gibi stratejilerinin hedefi tutturamamasının da nedeni. Problem en gelişmiş firmalardaki inovasyon eksikliği değil, daha ziyade onlarla ekonominin geri kalanı arasındaki büyük verimlilik farklılıkları. Bu noktada kamunun salt teknolojik verimliliği yükseltmeye odaklanmaktansa, eğitim ve yardımcı iş çözümleri sağlayarak daha küçük ve hizmet odaklı şirketlerin verimliliğini artırmaya yönelmesi ekonominin toplam faktör verimliliğini artırmada daha etkili olabilir.

Tüm yazılarını göster