Aristokratik kibirden Totus Orbis’e

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Sağ ve sol, entelektüel düelloya öncelikle doğal haklar kuramı, insan doğasının niteliği ve insan aklına güven sacayaklarının oluşturduğu üçlü bir platformda başlarlar. Elbette buradan hareketle doğal hakların yeniden sürümü, örneğin kadın hakları, kadınların oy verebilmeleri ve parlamentoya girmeleri gündeme gelmişti. Öncesinde Kızılderili hakları (16. Yüzyıl İspanyol ilahiyatçı-hukukçuları), köle hakları (Amerikan tartışması) ve işçilerin katılımı (Avrupa) meseleleri vardı. Eşitlik-özgürlük-kardeşlik: Bunlar bağlantılı konular ve kökleri geriye gidiyor ama modern hallerini tarihsel hallerinde birebir görmek mümkün değil. Kökler var ama eski ve bugüne göre soyut sayılabilecek kökler söz konusu.

Mesela eşitlik meselesi: Kadim milliyetçiliğin de eşitleyici bir yanı olabiliyordu ama konu işçiler, kadınlar, Kızılderililer, köleler olunca pek işe yaramadı. Bu konularda faşizmler de faşizme açılan monarşist hareketler de oldukça klasik bir elitizm sergilerler. Mesela kadın “aşağılanıyor” değildir; hatta korunuyordur. Ancak doğası itibariyle önemli işlere “uygun” değildir. Hatta aristokratik bir kibir kadınları genel bir tavrın içine gömerek özel bir aşağılamanın hedefi yapmadan da –veya yapmaz gibi görünmeyi seçerek- dışlayabilir. Mesela aslında centilmen olarak yetiştirilenler dışında siyasete ve toplumsal dönüşümle ilgili işlere kimse karışmamalıdır. Praetorian muhafızlar dışında –praetorii- “herkes yetersizdir”. 

Kadın haklarından devam edersek Kızılderililer ve zenciler konusunda oluşan tartışmaların bir benzeri 20. Yüzyılda kadınların toplumsal ve siyasi hakları konusunda yaşanmıştır. İspanya İç Savaşında 18 Kasım 1936’da Cumhuriyetçi Hükümet tarafından kurşuna dizilen Estella Markisi, Dük ve General José Antonio Primo de Rivera aynı yılın 14 Şubat günü La Voz gazetesine verdiği mülakatta yukarıda bahsedilen görüşlerin açık sözlü bir örneğini sergiliyordu. Kadınların oy vermesine güven duymuyordu ama erkekler de vermeseler iyi olurdu çünkü örneğin uluslararası bir anlaşma ya da denizcilik politikası hakkında ne bilirlerdi?  Kadınlar ve erkekler eşit derecede yetersizdiler ve oy vermeleri hem gereksizdi hem de onlar için dahi zararlıydı. Oy vermek zorunlu tutulmuştu; ama ne işe yarıyordu? Pek çok vakada oy verenlerin kendi iradeleri yoktu. Seçmenlerin siyasi cehaleti seçilenlerin cehaletinden daha az değildi. Rivera’nın pozisyonu ikiyüzlü bir sağ popülizm değil aristokratik muhafazakârlıktır. 

Klasik sosyalizm bu görüşleri kökünden reddetti. Reddetti ama pratikte işler tam olarak düşünüldüğü gibi gitmedi. Üstelik o zamanlar tuhaf görünen bir “tarihsel kaza” oldu. Sosyalizmin olmaması gereken bölgelerde ortaya çıkmasını –olması gerektiği sanılan bölgelerde giderek zayıflamasıyla eş anlı olarak ki 1939 son tarihtir- sağlayan “eşitsiz ve bileşik gelişme” adıyla vaftiz edilmiş durum kadın haklarının ve diğer hakların yaygınlaşmasıyla hem reel hem reel olmayan sosyalizmlerin tarihten silinişini de neredeyse eş anlı hale getirdi. Sol, 19. Yüzyıl sonundan itibaren neredeyse tamamen kendi geçmişinin fonksiyonu olarak güçlenen dalgaları göremedi, gördüğü kadarını da ideolojik saplantıları yüzünden hızla kaybetti. Esasen reel sosyalizmler sendikalara da gerçekte pek izin vermemişti. ‘Proletarya’ zaten iktidarda değil miydi?

Peki, milliyetçilik bu meselelerde neredeydi? Kadim kavrama mı yoksa sadece Fransız-Alman ortak alanında gelişen 19. Yüzyıl sonu tezlere mi odaklanmalıyız? Geriye gidebiliriz aslında: Haçlı Seferleri ve “eşitlik”. Güzel bir temadır. Dante’nin de onayladığı («… Venni dal martiro a questa pace…»), Haçlı seferinde ölen savaşçının doğrudan cennete gideceği –sorgulama olmadan- fikrinin yayılmasından ibaret değil. Aynı zamanda sıradan halkın asker-şehit olma yolunu da açtığı için önemli olabilir. Sürekli sayıları artan keyfe keder Hristiyan kalabalıklara bazı sanal haklar vermek gerekiyordu. Peki, bu kadim bir milliyetçilikle birleşiyor muydu? Belki çünkü “Terra Sancta” varsa “la dulce France” da vardır, “Haec est Italia dis sacra” da vardır, “Beate domine Yspane” de vardır. Almanya zaten kutsaldır. Kutsallığının temelinde “translatio imperii”  kavramı yani Leo III’ün Charlemagne’ı imparator ilan etmesiyle birlikte Batı Hristiyanlığı imparatorluğunun Yunanlılardan Almanlara geçtiği tezi yatar. Bologna Canon Law ekolü, papa Gregorius VII’nin iddiasını yenileyen papa Innocent III’ün 1202 tarihli bildirisi Venerabilem ile transfer tezini pekiştirdiğini savunan Johannes Teutonicus aracılığıyla, bu görüşü kabul etmiştir –midir? 

Sonuçta her halk “seçilmiştir”. Bu dünyada modern milliyetçilik öncesinde bile seçilmiş olmayan ulus/halk/ülke yoktur. Haliyle şehit olmak için mutlaka Kudüs’te ölmek gerekmez. Herkes “vatan vergisini”, “ad tuitionem patriae”, ödeyecektir. Ama para ama mal ama can olarak ödeyecektir. “Pro domino” değil “pro patria” ölünecekse “vassalage” dolaylı hale gelir/bozulur, sayılar artar. Bu durumda artan ihtiyaçtan dolayı sıradan halk da asker-şehit yazılıp doğrudan cennete gidebilmelidir. İsteyen buna (ölümde veya daha doğru olarak öldükten sonra nasıl anıldığın konusunda) “eşitlik” diyebilir. “Templier üstadı da sorgusuz sualsiz cennete gitti, yanında sefere götürdüğü köylü çocuğu da” demek dönem için ilginçtir. Indulgence'dır ama parayla satılan sonraki dönem Indulgences ile karıştırılmamalıdır. Tabii “patria” nedir ayrı konu. Bracton, “pro domino mori” kolayca “pro patria mori” içine yerleştirilemez veya ikincisi ilkine yollanamaz anlamına gelebilecek bazı laflar ediyor. Belki de İngiltere farklı. İngiltere’de vassal yükümlülükler kamusal (vatan) yükümlülüklerle yeterince ayrıştırılabilmiş midir? Sorulmaya değer bir soru olabilir. 

16. Yüzyılın meşhur İspanyol hukukçu-ilahiyatçısı Vitoria’nın sadece bir doğal haklar kuramcısı olduğu ve bunu yaparak kendisini Dominiken tarikatının büyük ismi Tommaso d’Aquino’nun sürdürücüsü olarak gördüğünü söylemek yetersiz kalır. Vitoria daha orijinal bir doktrinin yaratıcısıydı ki bu doktrin de tümden yeni değildi; başlangıcı Ockham’da vardı. Ancak Vitoria’nın özelliği dayandığı kanıtları ve yazarları “orijinal niyetlerinin” dışındaki konulara taşımak ve uygulamaktı. Daha da ötesinde Vitoria bir totus orbis kavramına ulaşmıştı ki bunun da nüveleri Dante’de olmakla beraber, Vitoria çok daha ileriye götürmüştü. Totus Orbis evrensel bir civitas idi –commonwealth. 

Totus Orbis, Otto von Gierke’nin net biçimde açıkladığı bir mikrokozmos/makrokozmos kuramıydı. Dante’deki nüve sadece bir imperium –Dante özelinde ideal devlet olan Imperium Romanum- göndermesi, Pagan veya Hristiyan tüm ulusların küresel bir imparatorluk altında birleştirilebileceği tezinden ibaret değildi. “İki güneş” ayrı enerji kaynakları olduğuna göre, seküler imperium Pagan haklarını da koruyacaktı ki bu, yani Hristiyan olmayan halkların hakları konusu, Vitoria için temel nitelikteydi. Von Gierke gerçek Orta Çağ siyaset kuramının bütünden hareket ettiğini, ancak tüm kısmi bütünlere –birey dâhil- özgül bir değer verdiğini yazıyor. Bütün evren bir ‘Ortak-Varlık’ idi. Parçalar, bütünün temel neden olarak onlara yol açtığı bir nedensellik zincirinde yer alırlarken, Bütün var olmasını sağlayan kendi daha üst düzeydeki nedenine/amacına sahipti. Dante’nin rehberi bir Pagan olan Virgilius (Virgilio; Virgile) idi ve Dante evreninde, optimus homo yönetimindeki universitas bileşiminde Hristiyan olmayanlar da vardı. Vitoria için de bu böyleydi çünkü konu zaten ius gentium idi. Çok önemli bir ayrım olarak belirtmek gerekir ki Vitoria, Orbus Christianus ifadesine başvurmamıştı; Totus Orbis terimini kullanmıştı. Sadece Hristiyanların değil, “herkesin dünyası”. Kızılderililer, zenciler, kadınlar… Belki de her şey geniş sayılar, anonimlik, temsil, eşitliğe yaşamda da anlam kazandırmak ve aristokratik kibrin çözülüp dağılmasıyla bağlantılıdır.

Tüm yazılarını göster