Anayasa

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Carl Schmitt yenilmiş bir gücün ve ülkenin düşünürüydü. Hitler ile 1936 sonrası uzak düşmüş olmasına rağmen Nazi partisinden ayrılmamıştı ve Almanya’nın bölünmesinden memnun olamazdı. Ayrıca ABD, SSCB, 1946-1971 arası bugünkü Taiwan olan Çin Cumhuriyeti/sonrasında Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa’ya tanınan veto hakkıyla “dengelenen” Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni ideal olarak göremezdi. Ona göre Avrupa kamu hukuku da bir normdan türeyemezdi. Devletlerin iradeleri vardı. “Egemen” savaşa karar verebilirdi ve bu durumda uluslararası hukuk sadece savaşın ve sonrasında yapılacak barışın kurallarına yön verebilirdi. Kısacası barışı sağlayacak ve gözetleyecek bir uluslararası hukuk ve organ ancak bir “centilmen anlaşması” sağlayabilirse anlamlı olabilirdi. Avrupalı “düşmanın” kriminalize edilmemesi yeterliydi.

Ama zaten Schmitt’in burada bir “negatif” dayanağı bulunuyor: Jus (Ius) Publicum Europaeum 19. Yüzyıl sonuna doğru, emperyalizm dönemiyle beraber ortadan kalktığı için var olan bir uluslararası hukuk ve düzenin yok olması için mücadeleye girmiş sayılamaz. Hatta Schmitt’in Weimar cumhuriyetine karşı bayrak açtığını söylemek de kolay değildir çünkü son ana kadar yazılarına merkezkaç güçlerin etkisiyle dağılmasını kaçınılmaz gördüğü Weimar’ın nasıl kurtarılacağı teması hâkim olmuştur.

Schmitt anayasa ve başkanlık  tartışmalarında başvurulması gereken bir kaynak olmaya devam ediyor. Hitler'le en azından 1933-1936 arası örtüşmüş bir hukuk-siyaset düşünürünün Hitler'den bağımsız olarak yazdıklarının Nazilerin iktidar yürüyüşüne –daha da fazla iktidardaki Hitler'e- ne kadar uyduğunu görmekte fayda olabilir. Ama bu Schmitt’e fazla yüzeysel bir bakışa yol açma riski olan bir perspektif haline de gelebiliyor. Yükselen bir gücün kullandığı kavramların düşen güçler tarafından da kullanılıyor olması tuhaftır çünkü Schmitt Almanya bağlamından da neo-con ABD’sinin 2000’lerin başında geldiği noktadan da bağımsız olarak her şekilde yorumlanabiliyor. Sönmüş bir devrim ocağı, belki de tükenmiş fikirler atölyesi ve artık düşüşte bir ekonomik güç olan Avrupa’nın henüz durumunun bilincine varamadığı bir dönemde, 1980’lerden başlayarak Schmitt’e olan ilgisinin artmış olması ilginçtir.

Victoria Kahn son derece ilgi çekici iki makalesinde Kantorowicz-Schmitt bağlantısını II. Richard ve Hamlet üzerinden kurar. Kantorowicz’in Maitland ve von Gierke’nin daha önce ortaya koyduğu “kurum/şirket olarak kral” tezi, yani “iki vücuda” götüren Tudor kuramı çok önemlidir çünkü Kantorowicz’in bu vurgusundan yola çıkarak anayasacılığa varmak mümkündür. Esasen geniş anlamda anayasa kurgusunun bir dayanağı budur: “Başkan” şirket olarak kraldan –king as corporation sole- türerken, meclis curia regis ve regis ecclesiae’den, başkanlık sisteminin işlemesi için olmazsa olmaz olan kurallar ve centilmenlik anlaşması ise Magna Carta’dan gelir. Kralın tek başına bir kurum/şirket olması –corporation sole veya sole corporate; body politic- İngiliz hukuk tarihini derleyen Sir William Blackstone’un “küçük cumhuriyet” dediği ve von Gierke’nin Almanya tarihinden yola çıkarak yaygınlaştırdığı dernekçilik/şirketçilik akımı olarak von Gierke’de ortaya çıktığı şekliyle zaten Carl Schmitt’in de hedefinde olmuştu. Kantorowicz’in de Maitland’ın vurgulamış olduğu bir olguyu, Common Law’un Roma hukukundan ve dolayısıyla Blackstone’un ifade ettiği gibi Canon Law ve ius commune’den- tamamen farklı olmadığını açıkça ifade ettiğini ekleyebiliriz.

Bu noktada Roma hukukunun özgürleştirici niteliği ortaya çıkar çünkü Roma hukuku “küçük cumhuriyeti” şirket/sosyete/kurumda bulmuş ve egemenin kişiselleşmesini sınırlayarak, tüzel kişilik kavramı yoluyla, gelecekte hiçbir “egemenin” tek bir şahıs olmamasının yolunu açmıştır. Elbette bu tez Schmitt’in benimsemediği bir tezdir.

Öte yandan Roma hukukunda Princeps legibus solutus est de vardır. Prens yasayla bağlı değildir. Bu konu önemli çünkü bizi Roma hukukunun özgürleştirici niteliği konusundaki tartışmaya götürüyor. Nispeten geç bir tarihte, 1956’da kaleme alınan Hamlet oder Hekuba belki bir sanat eleştirisi şaheseri değil fakat önemsiz de sayamayız. Schmitt’in estetiği teknolojinin her yere yayılmasıyla bağlantılandırması ve eş zamanlı olarak sekülarizasyonun sonucu olarak mitin kaybolmasını, politikanın rasyonalleştirilerek özünün yitirilmesini aynı sürecin farklı yüzleri olarak görmesi tanıdık geliyor. Bazı Frankfurt Okulu temalarına rastlamak şaşırtıcı değil. Elbette bu bakışın liberalizm –ve liberal demokratik devlet/normatif hukuk- eleştirisi oluşturması da şaşırtıcı olamaz. Sonuç olarak 1920’ler Avrupa’nın liberal demokratik döneminin bittiği, çöküşün ayak seslerinin hem SSCB’de hem başkaldıran sömürgelerde hem de bizzat Avrupa’nın kalbi olan Almanya’da işitildiği yıllardı. Bu yıllara sadece faşizmlerin yükselişi veya işçi sınıfının devrim yapamayışı –Marksist sosyalizmin açmazları- açılarından bakmak son derece yetersiz kalacaktır. Bu yıllar Avrupa’da muhafazakâr, Aydınlanma karşıtı ve sonunda “yeni sağ” olacak kültürel alt akımların olgunluğa erişerek kitlesel olgu olarak sahneye çıktığı yıllardı. İşçi hareketlerine odaklı sol bakışın aynı yıllarda,1885-1914 arasında faşizm öncesi “yeni sağın” da kitleselleşmeye başladığını ve entelektüel açıdan hazırlanmakta olduğunu dikkate almadığı söylenebilir.

Schmitt 1929 yılında kaleme aldığı bir yazıda bu temaları geliştirir. Daha baştan “biz Orta Avrupa’da Rusların bakışı altında yaşıyoruz” demesi net biçimde semptomaldir ve ister Alman “muhafazakâr devrimcilerinden” hoşlansın, ister hoşlanmasın, Schmitt’in bir Ernst Jünger ve bir Ernst Niekisch ile aynı kaygıları paylaştığını gösterir. Rusya’nın bakışı altında yaşamak burada ilk cümledir: “Rusların gözü” Almanya merkezli Orta Avrupa’nın üzerindedir. Ruslar Batı’nın bilgi ve teknolojisini alıp Batı’ya karşı kullanmaktadırlar; onlar büyük bir yaşamsal canlılık göstermektedirler –bir élan vital vardır diye ekleyebiliriz. Ruslar hem rasyonel hem tersi olup, Ortodoks mitlerinin kötülük/iyilik yapma özelliğini korumuşlardır. Bolşevizmin sosyalizmi ve Slavcılığı SSCB’de birleştirmiş olduğu tespiti hemen ardından gelir. Alman Jungkonservatismus içindeki Nationalbolchewismus akımı da SSCB’den etkilenmişti. Paetel şu çarpıcı cümleyi yüzümüze adeta fırlatır: “Ruslar Avrupa’nın 19. Yüzyılını kelimesi kelimesine (ciddiye) almışlar, temel fikirlerini kavramışlar ve kültürel çıkış noktalarından (mantıksal) uç sonuçları çıkarmışlardır.” Böylece teknikçiliğin din karşıtı sonucu pratikte sahneye konulmuş ve Avrupa tarihinde hiçbir monarkın yönetmediği kadar devletçi bir devlet kurulmuştur. Burada SSCB bir Aydınlanma fikrinin mantıksal sonucuna götürülerek ete kemiğe bürünmesi olarak nitelenir ve Schmitt tarafından elbette olumsuzlanır.

Belki haklıdır belki değildir. Belki Hitler’e destek verdiğine pişman olmuştur belki olmamıştır. Belki had safhada gerici bir hukukçudur. Ancak Schmitt bile ‘anayasa yok hükmündedir’ demez ve dememiştir. Başka bir dünyaya, yenidünyaya gidersek SCOTUS tarihinde değiştirilen kararlar vardır ama o kararları da yine kendisi değiştirmiştir. Aksi düşünülemez.

Tüm yazılarını göster