Dün açıklanan dış ticaret verilerine göre geçen senenin Ocak ayına göre ihracatımız yüzde 17.3, ithalatımız ise yüzde 55.2 artmış bulunuyor. İthalattaki bu hızlı artış sonrası aralık ayında 6.7 milyar dolar olan dış ticaret açığı 10.4 milyar dolara yükselmiş durumda. Bu durumun ana sebebinin ise enerji faturamızda meydana gelen artış olduğu görülüyor. Henüz detaylı rakamlar yayınlanmadıysa da, geçen senenin ocak ayında 2.2 milyar dolar olan (ve büyük ölçüde petrol ve doğalgaz ithalatını içeren) toplam madencilik ithalatı bu ay 8 milyar dolara yükselmiş durumda.
Eğer Türkiye ekonomisinin başına bir ekonomisti getirseniz, ve kendisinden ekonomide gördüğü en önemli problemin ne olduğunu sorsanız, hiç düşünmeden enerji bağımlılığı diyecektir. Son 20 yılda Türkiye büyük ağırlıklı olarak doğalgaz ve petrol ticaretini içeren meşhur 27 nolu fasıldan 640 milyar dolar açık vermiştir. Üstelik seneler içerisinde enerji bağımlılığımız azalacağına artmış gözükmektedir. Örnek olarak ham petrol ithalatımızı gösterebiliriz. 2002 senesinde 24 milyon ton olan petrol ithalatımız geçen sene itibarıyle 31.4 milyon ton ile rekor kırmış durumdadır.
Türkiye’deki iktidarların ana hedefi ekonominin enerji açığını çözmek ve gerek sanayiye, gerekse de hanehalklarına ucuz, devamlılık arz eden, temiz ve dışa bağımlılığı ortadan kaldıran enerji temin etmek olmalıdır. Biz TL’yi suni yollardan zayıflatarak ihracatta rekabetçi gücümüzü artırmaya çalışıyoruz, ve görüldüğü gibi pek de bir yere gidemiyoruz. Halbuki sanayiye ve hatta tarıma ucuz enerji temin ederek ve böylece bu sektörlerin üretim maliyetlerinde “reel” bir düşüş sağlayarak (bir anlamda verimliliğimizi artırarak) çok daha kalıcı bir atılım sağlayabilir, ve vatandaşlar için de çok büyük bir yük haline gelen dolaylı ve dolaysız enerji masraflarından, ve onların getirdiği enflasyonist etkilerden kurtulabiliriz.
Bugüne kadar uzak görüşlü ve uzun vadeli bir enerji politikası oluşturabildiğimizi söyleyemeyiz. Enerji temini ile ilgili stratejik ve jeopolitik sorunlara ise hiç girmeyelim. Enerjiye olan bağımlılık Türkiye’nin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam etmekte. Bu sene de yaşayarak görüyoruz ki komşulardan temin etmeye çalıştığımız petrol ve doğalgazın (şu ya da bu sebeple) kesilmesi sanayi üretimi başta olmak üzere çok ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bir de Türkiye’nin özellikle doğalgazın Avrupa’ya temininde yıllardır bir “hub” olma çabası var. Öncelikle böyle bir projenin fizibilitesinin iyi incelenmesi lazım. (Şahsen bugünlerde Doğu Akdeniz projesinin rafa kaldırılmasının arkasında da “fizibilite” hesaplarının yattığını düşünüyorum.)
Ayrıca, Dünyada “küresel ısınma” diye insanlığın varoluşunu tehdit eden bir durum söz konusu iken, ve (alternatiflerine göre göreceli olarak ne kadar “temiz” bir enerji kaynağı olsa da) karbon salınımı yüksek bir fosil yakıtı olan doğalgazın kullanımının azaltılması gerektiği ve azalacağı ortadayken, bu yakıta bir geçiş yolu sağlamak ve bu sayede de bir miktarını kullanabilmeyi amaçlamak herhalde çok uzak görüşlü bir strateji olmasa gerek. Avrupa “temiz” enerjiye geçtikçe haliyle doğalgaza olan talebi de ortadan kalkacaktır. (Şu anda yaşanan arz-talep dengesizliğinin arkasında ise büyük ölçüde Almanya’nın çok yanlış bir kararla nükleer enerji santrallerini devreden çıkarması yatmakta.)
Son olarak dış ticaret rakamlarına makroekonomik perpektiften bakarsak tabi şunu da belirtmek gerekiyor: Politika faizlerini hesapsızca düşürmenin nedeni olarak sunulan dış ticaret dengesi ve dolayısıyla da cari dengenin pozitife dönme durumu gerçekleşmemektedir. Kurlar üzerinden sağlandığı sanılan rekabetçi pozisyonumuz Eylülde dolar kuru 8.5 iken neredeyse, şimdi de artan enflasyon sayesinde ona yakın bir yerdedir. Hatta, enflasyondaki yapışkanlığın devam etmesiyle birlikte yakında rekabetçiliğimizin Eylül 2021 seviyesinden de geriye gitmesi söz konusu olacaktır. Tabii, bu süreçte yüksek ve volatil kurların getirdiği fiyatlama ve tedarik sorunlarının üretim üzerine getirdiği ciddi yükleri de göz ardı edemeyiz.