İki hafta önce “Bu ilkelerden istisna, feragat, kaçamak olmaz. Biraz ahlaklı diye bir şey de yoktur” diyerek yöneticilerde, olmazsa olmaz, ahlak/edep/izan özelliklerini şöyle sıralamıştım: “Yalan söylemeyeceksiniz, adil olacaksınız, herkese davranışlarınızla örnek olacaksınız, eylemleriniz ve sözleriniz tutarlı olacak, verdiğiniz sözleri tutacaksınız, empati ve şefkat sahibi olacaksınız, saygılı olacaksınız, sorumluluklarınızı yükleneceksiniz, sadakat göstermekten kaçınmayacaksınız, yasalara uyacaksınız, sorumluluktan kaçmayacaksınız, şeffaf olacaksınız, fiziki, biyolojik ve sosyal çevrenize hassasiyet göstereceksiniz. Geçtiğimiz hafta sizlerle yalan söylememek konusunda bir sohbet yapmıştım. Esprili olduğunu sandığım bir şekilde, umarım size de öyle gelmiştir, benim neden yalan söyleyemediğimi anlattıktan sonra sırf yalan söylemediğim için olumlu sonuçlanan bir deneyimimi nakletmiştim.
Bu hafta adalet kavramına değinmek istiyorum. Yöneticilerin adaleti, bırakınız işletmecilik okullarını, hiç bir yerde pek tartışılan bir konu değildir. Sanırım ya “Burada tartışılacak ne var?
Elbette adil olmak gerekir” veya “Canım yönetimde adalet elbette gerekir. Bunun edebiyatını yapmanın bir gereği yok?” veya buna benzer bir düşünce ile ‘adalet’ kavramı pek de tartışılmaz.
Hepimiz adalet denince bir şeyler anlarız. Kelimelere dökemesek bile yine de bir tanım vardır kafamızda. Halbu ki adalet veya adil kavramlarının sarih tanımları yoktur. Hatta literatüre bakarsınız tek bir tanımı da yoktur. Vaktiniz ve sabrınız varsa Vikipedi’de adalet kavramının irdelendiği sayfalara bir bakın. Sıralanan adalet kuramlarının birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu, Plato-Aristo’dan bu yana bu konuda ne kadar çok düşünürün yazıp çizdiğini göreceksiniz.
Bununla beraber neyin adil neyin adil olmadığını anlamak hepimizde az çok gelişmiş bir yetenektir.
1967 yılında bir roman okumuştum. Bilim kurgu tarzında İngilizce bir kitaptı. Rahmetli hocam ve dostum Muhan Soysal önermişti. Sanıyorum yöneticilik konusunda bazı klasik dersler içerdiği ve benim bu derslerden öğreneceğimi umduğu içindi. Öyle de oldu. Romandan bir sürü şey hala aklımdadır.
Romanın ana karakterlerinden biri ABD başkanlığını kazanmak isteyen bir anti-kahraman idi. Başkan seçimi kazanmak istiyordu ama tüm yoklamalara göre bu konuda hemen hemen hiçbir şansı yoktu. Berbat ve yoz bir idare kurmuş, ekonomiyi batırmış, ülkede hemen her seçmeni onu seçtiklerine pişman etmişti.
Romanın ikinci anti-kahramanı başkanın danışmanı olan kişi bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için bir ‘dış düşman’ yaratılmasını ve seçim kampanyasının bu ‘tehlikeyi’ önlemek üstüne inşa edilmesini önermekte idi. Sonuçta Mars gezegeninden bir istila tehlikesi olduğu iddiasına dayalı bir kampanya başlatıldı. Şimdi hatırlamıyorum başkan bu stratejiyle seçimi kazandı mı kazanmadı mı? Ancak, romanın büyük bir kısmı hasbelkader seçimlerden sonra sahiden de Mars gezegeninden bir istila gerçekleşmesi ve ülkenin işgal edilerek harap edilmesine ayrılmıştı. Dedim ya bilim kurgu işte.
Şimdi “Hoca nereden aklına geldi bu roman?” diye sual ediyorsunuzdur. Haklısınız konumuz adalet. Bilim kurgu romanın alakası ne? Alakası şu romanın anti-kahramanı başkan ilginç bir adamdı. Yöneticilik konusunda kendisinin uyguladığı birçok tavsiyesi vardı.
Onlardan bir tanesi “Eşit muamele diye bir şey yoktur. Adamlarınızı, size destek verenleri kayıracak ve kollayacak, açıkça sizden yana olmayan veya olmadıklarından şüphelendiğiniz kişilere acımayacaksınız” şeklindeydi. Herhalde hepiniz bunun ‘adil’ bir ilke olmadığı konusunda hemfikirsinizdir.
Bir ikinci ilkesi! de birinci ilkesinin sonuçlarının üstünün örtülmesine hizmet edecek “Aslında içeriği olmayan fakat yönetimin eşitlik ve şeffaflık politikaları güttüğü kanısını uyandıracak prosedür ve örgütler kurmaktı”. Yani derdi eşitlik falan değil sadece eşitlik zahabı uyandırmak idi.
Kitabı okudu mu bilmem ama Putin Rusya’da hükümeti eleştirmek ve uyarmak amacıyla kurulduğu söylenen ancak halkla teması yasaklanan ‘Halk Odalarını’ kurmuş ve bunu bir şeffaflık girişimi olarak tanıtmıştı. İnsan Hakları örgütünün temsilcisi o sıralar bu girişimi “Yönetim bağımsız kaynaklardan bilgi istiyor ama bu bilgileri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak amacıyla” diyerek eleştirmişti. Aynı amaçla anti-kahraman başkan yönetimi eleştirmediği, yönetime karışmadığı sürece kişilere özgürlükler tanınmasını da öneriyordu. Sözgelimi, Çin Halk Cumhuriyetinde ev, adres değiştirmek, yurtdışına seyahat etmek, meslek seçmek, bilgi edinmek, istedikleri şekilde özel hayatlarını yaşamak gibi eskiden sahip olmadıkları özgürlükler konularında birçok reform yapıldı. Yapılmayan bir şey vatandaşların siyasi özgürlükleri reformuydu. Bunun da ne kadar adaletli bir girişim olduğu konusunda şüpheleriniz varsa haklısınız. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Gelelim herkesin anladığını sandığı ve fakat tam tanımlayamadığı adalet kavramının anlamına. Konuda yazılan çizilenlere göre adalet kavramının temel öğelerinden biri ‘eşitlik.’ Yani kişilere fark gözetmeksizin eşit muamele. Yani bahsettiğim kitaptaki başkanın dediğinin tersine adamımdır, değildir, oralıdır, buralıdır, kadındır, siyahtır, beyazdır, benim dinimdendir-değildir, dinlidir, dinsizdir, cinsi tercihleri şudur, budur, lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel veya travesti, sevimli-sevimsiz, vs demeden ayrımcılık yapmadan eşit muamele. Buraya kadar iyi.
Ancak, ayrımcılık yapmadan herkese eşit miktarda dayak atmak adil olmasa gerek.
Literatürün hemfikir olduğu bir diğer konu adalet kavramının içinde bir objektiflik olması gereği. Mesela, muamele denilen şey eğer ödül-ceza ekseninde bir kavramsa hangi ödüller (cezalar) verilecek? Ödüller (cezalar) maddi mi? manevi mi? bir karışımı mı? Hangi maddi değerler dağıtılacak? Malvarlığı, güç, saygınlık, fırsatlar veya bunların bir kombinasyonu mu? Ödüller-cezalar kime verilecek? Bu kişiler nasıl seçilecek? Bireyler mi gruplar mı ödüllendirilecek? Ödül-cezalar hangi ölçütlere göre verilecek? Nitelikleri nasıl kararlaştırılacak. Bu sorulara cevap bulmadan objektif olmak olanaklı değildir. Literatür bu konuda çözüm olarak yukarıda sıralanan konuların şeffaf bir şekilde kurallara bağlanmasını öneriyor. Her şeyin kuralını yazamazsınız ya dediğinizi duyar gibiyim ama hiç kuralsız da yukarıdaki sorulara cevap bulamazsınız.
O yasak, bu yasak diye her şeyi yasaklayan, cezalandıran kurallarla objektiflik ileri sürmek de adil olmasa gerek.
Öyle anlaşılıyor ki adil yönetim, kuralların ayrımcılık yapılmadan uygulandığı bir yönetim ama bir sorun daha var. O da kuralların adaleti. Yazılı veya sözlü kurallar şeffaf olacak, eşitlikçi olacak ve de temel insan haklarına, dominant örf ve adetlere, kültüre, insana saygı kurallarına ters düşmeyecek.
Gözünün üstünde kaşın var bu kurallara aykırıdır diye kural koyarsanız bu adil olmaz.
Demek ki adil yönetim ayrımcılık yapmayacak, şeffaf olacak ve de insana saygı ilkelerine ters düşmeyecek. Bu ilkelere uygun yöneticilik için ben melek değilim diyorsanız yanlış düşünüyorsunuz. Bu kurallara uymak kimseyi melek yapmaz. Onları sadece doğruyu yapan insanlar sınıfına sokar. Doğru işi yapmak hiçbir zaman kolay olmamıştır. Hasbelkader, gücünüz varsa yanlış yapmak ise çok kolaydır.
Sağlıcakla kalın.