İşte ağustos da bitiyor. Bir yaz daha geçiyor. “Dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri / Gibi bir gündüz / Kalın kabuklarını kaldırır doğa.” Bunaltıcı sıcaklar hâlâ yerini rüzgârların estiği günlere bırakmadı. Biraz olsun sokaklara çıktığımızda pandemi günlerinin bitap düşürdüğü bedenlerimizde havaların dönmesiyle başlayacak esintilerin tatlı ürpermelerini İstanbul’da hâlâ hissedemiyoruz. “Düşer bir balıkçının tersi olan şey / Kirli ağustos! beni ordan oraya götüren eşya.” Doğanın şahane renkleri, ağustos sıcaklarının kirli sarı pusunun arkasına gizlenmiş gibi. Doğa, bir kez daha yeşerebilmek için kalın kabuklarının altında zamanını bekliyor. “Aklımda üç beş otel ya kalır / Ya kalmaz üç beş otel aklımda / O da değil bir otelin kendisi.” Son iki ağustostan aklımda kalacak olan, yalnızca salgın günlerinin ruha darbesi ve hareketsizliğin bedene yaraları! Ne bir otel, ne de bir yerlere yolculuk! “Yalnızlığın kahverengi organı: düş birikintisi / Bir de kahverengi alevlerden yapılma.” Belki de ağustosu puslu bir sarıdan çok kahverengi görmem ondan. Hani sepya gibi olan bir renkte. “Başka değil, yokluğu görmek için / Kirli ağustos! Gözkapaklarımı da yaktım sonunda.”
Salgınla birlikte daha da tenhalaşıyorum. Üstüne bir de COVID belâsı çıktı, dostlarımı da sırasız bir düzende benden almaya başladı… “Beni koyup koyup gitme, n’olursun /Durduğun yerde dur.” Daha birkaç gün önce uzun bir süre önce yakalandığı başka bir hastalık nedeniyle tedavi gören Ayvalık ve bölgenin sevilen iş adamı Özgün Zeytincilik sahibi Ahmet Sucu’yu da kaybettik. Komili Hasat Şenlikleri’nde tanıştığım Sucu ile uzun senelerdir sürüyordu dostluğumuz. En son yazışmamızda, sanıyorum geçtiğimiz Haziran ayıydı firmasının 30. kuruluş yıldönümü kutlaması nedeniyle Ayvalık’a çağırmıştı. Aynı tarihte daha önceden verilmiş bir sözüm olduğu için gidememiştim. Keşke o sözümü iptal edip gitseymişim! Sucu’yla bir kez daha birlikte olsaymışım. Bu sene hasat zamanı görüşürüz, diye umuyordum, beyhudeymiş!
Sucu ailesi fertleri, 1922’de mübadeleyle Midilli’den Ayvalık’a yerleşmişti. Kendilerine soyadı yasasıyla sonradan “Sucu” adını kazandıran namları, evlere “eşek sırtında” su ticareti yapmalarından geliyordu. Ama evin dönen çarkı zeytindi. Devletin mübadil vatandaşlara usul olduğu üzere en meyilli arazilerde tahsis ettiği zeytinlikler onların tutkusu olacaktı…
Doğma büyüme zeytinci Ahmet Sucu, zeytin ve zeytinyağı konusunda akla takılacak sorulara en hızlı ve en doğru yanıtı verecek insanlardan birisiydi. Her daim fabrikasının başındaydı. “Bildiğimiz iki saydam olgu var: Birincisi, Sucu ailesi ‘üretimde dalya’ demeden, dördüncü kuşağının işbaşına geçeceğidir. İkincisi, ‘kaliteli üretim’ ya da ‘butik ürün’ gibi gizemli sözlere sarılmadan, standart ve performansla, kurumsallaşmayı deneyeceğimizdir” diyordu.
“Kendini martılarla bir tutma/Senin kanatların yok/Düşersin yorulursun.” Sucu’nun haberini alınca kendimi deniz kıyısına attım etrafta uçuşan martılara bakıp Edremit Körfezi’nden kokular duymaya çalıştım.
“(…) Rüzgâr gibi bir ağustos geçti ellerimizden/meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar/biryanda yaşanmamış günlerin hırsı/biryanda boşa geçen gecelerin acısı.” Ağustos’un son günlerine doğru akıp gidiyor zaman. Ballı incirler, dallardan sarkmış, gidip almamızı bekliyor. Şairin anlatmak istediklerini o kadar iyi anlıyor, algılıyorum ki: “Malûm o dramın en güzel perdesindeydik/ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı/göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik/duracak vaktimiz yoktu bitmiştik/her gören didik didik bizi denetliyordu/ biz kendi derdimize düşmüştük.”
Bağbozumu günleri. Bir yazın daha geçmesi… “Gün oldu acıların şiirini yaşadım/gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım”
Yazının en başında bazen kendi sözcüklerim, bazen Edip Cansever’in, bazen Attilâ İlhan’ın, bazen Hüsün Hüseyin Korkmazgil’in dizeleriyle anlatmaya çalışıyorum Ağustos’u ve dostların gidişiyle tenhalaşmamızı… Ve biliyorum ki tüm acılara rağmen umut tarlalarını sürmeyi hiç bırakmayacağım. Lütfen siz de bırakmayın…