Adalet temel erdemler arasında yer alır yani kadim bir kavramdır. Mit örtüsünden arındırılmaya çalışıldığında, modern analitik siyaset felsefesindeki işlenişiyle işlevsel hale getirilmesi oldukça zor bir kavramdır. Tıpkı özgürlük, eşitlik, sömürü vb. gibi adalet de ‘işte bu kadar’ basitliğinde ele alınamaz ve alınmamıştır. Mesela artı-değer bir adalet kuramı olarak yeterli değildir. Diğerleri arasında sadece bir sömürü veya hatta bir makro gelir dağılımı ve haliyle dolaylı yoldan bir adalet kuramı oluşturur. Başka, hayli önemli ve mantıksal açıdan eşit statüde olması gereken kuramlar da vardır. Çok meşhur olanlardan belirsizlik karşısında bilgisizlik peçesi (Rawls) var. “Biz kendimizin sahibi miyiz” var ki Serge-Christophe Kolm'un Budist esinlenmeli analizinden sonra 20. Yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist felsefecilerinden Gerald Allan Cohen de bu konuda yazmıştı. Cohen'in ‘proleterin özgür olmama halini’ –özgürlüksüzlüğü- de dikkate almak lazım. Daha yeni olarak benzer bir yönde “sessiz zorlama” (Søren Mau) düşünülebilir. Dağıtıcı adalet kuramları genellikle aksiyomatik ve zorunlu olarak matematikseldir. Rawls literatürü örnektir. Bu bağlamda Roemer hemen akla geliyor. Çok fazla örnek var: Mesela Amartya Sen.
Ancak adalet bir tanrıçadır, unutmayalım. Ulpian demiş ki adalet “constans ve perpetua”; sabit-kararlı ve sürekli-sonsuz bir uoluntas (irade) ki herkese hak ettiğini vermek içindir. Bu sonuncu kısım mühim. Herkese hak ettiğini, hatta zaten onun olanı vermek demek. Soru: Neden? Cicero bir adım daha ötede ve ona göre adalet bir habitus olmalı: “Communi utilitate”. Dikkat bunlar her tür sol kanat siyaseti için önemli kelimeler. Herkese hak ettiğini vermek için aklımızı kamu davasına –ortak çıkar da denebilir ama biraz kaba olur- ayırmalıyız. Buradan “ortak çıkarın”, “kamusal olanın”, “kamu davasının” herkese hak ettiğini vermekle alakalı olduğunu anlıyoruz. Kim verecek ve kime verecek? Soru: Kim?
Sol verecek ve tanımı bu zaten. Ama hangi sol? Yüz elli yıl boyunca çok cazip bir cevap sosyal ve siyasi süreç entelektüeller, siyasi aktörler, sendikalar aracılığıyla işlese de asıl taşıyıcının sınıf (işçi sınıfı) olduğuydu. Ancak “sınıf” çoğu zaman yüzeye bakarak derhal görülen bir şey değildi; bir kavram olarak ortaya çıkmıştır, işlenmiştir, yeniden üretilmiştir. Sınıf da tıpkı milliyetçilik gibi modern anlamıyla bir 19. Yüzyıl icadıdır. Ancak tıpkı milliyetçiliğin değişik anlamlarda hep var olmuş olması gibi, keza dinin de daima var olmuş olması gibi, sınıf da bir şekilde örtülü/potansiyel bir tarihe sahiptir. Sınıf kavramının diğer ikisinden farkı daha fazla türevi alınarak 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya atılmış olmasıdır. Bunu da 19. Yüzyılın son çeyreğinde iyice ırkçılığa kayacak şekilde geliştirdikleri milliyetçilikte olduğu gibi Fransızlar yaptı. Tarihçiler 1820’den itibaren 1789 Fransız devrimi böyle yorumlamasaydılar sınıf yine o dönem Avrupa'sının bir gerçeği olacaktı ama bu şekilde kurgulanarak sınırlar aşması, sürekli yeniden tahayyül edilerek türev bir ürüne dönüşmesi zor olacaktı. Teorik anlamda kurgudur ve diğer ikisinden daha az doğal bir kurgudur çünkü hem sınıf zümre demek değildir hem de nispeten daha yeni bir kurgudur.
Bu nedenle bilimsel olması istendi ve artı-değer gibi ya çok basit ya da yeni sürümüyle oldukça karmaşık bir kavrama başvuruldu. Basitçe çaba/çalışma ve boş zamanla ilgilidir ama dolayımlarının karmaşıklığı yüzünden bu kuramı anlatması da anlaması da zordur çünkü inceliklerini ve tam olarak ne demek istediğini Marksistlerin bile anlaması çok uzun sürebilir –zaten yorumlar muhtelif. Smith'deki kadim dinsel kökenli emek-değer kuramından farklıdır ama bağlantılıdır. Smith'deki kuramın en doğrudan atası İspanyol skolastikleridir. Vülger ve daha yakın atası Della Moneta'da (Galiani, 1751) vardır. Bugün sınıf kavramı yarım yüzyıldır tarihsel olarak değişime uğramakta olan bir kavramdır. Hiç sınıf yok veya sınıfsal hiçbir şey yok demek değildir ancak eski dünyada gayet gerçek ve aktüel olan “sınıf” bugün 1830-1940 arası, en geç 1980’e kadar, ete kemiğe bürünmüş haliyle mevcut değildir. O dönemin kavramının işaret ettiği sınıf fiziki olarak çözülmüştür.
Örnek vereyim. Fransa’da Dördüncü Cumhuriyet adeta Beşinci Cumhuriyet hazırlığından ibaret sayılabilir dersek haksızlık yapmış olabilir miyiz? Bir ölçüde elbette çünkü bu dönem barış hareketinin yükseldiği, kitlesel protestoların yapıldığı, PCF’nin etkisini hissettirdiği bir dönemdir. PCF –Fransız Komünist Partisi- pek çok Üçüncü Dünya sosyalist genci için yıllar boyunca bir rol model kaynağı idi. Eurocommunisme akımından uzak duran, Yunanistan’daki gibi “iç” –Eurocommuniste- ve “dış” –Sovyetler Birliği yanlısı- şeklinde partilere bölünmeyen bir partiydi. İtalya’daki parti kadar özgün olamayan ama oldukça sert bir duruşa ve güçlü bir işçi sınıfı tabanına sahip olmuş olan bu parti 1978 yılında çözülmeye başladı. Aynı yıl PCF’nin çekirdek tabanının en önemli unsurlarını sağlayan Clermont-Ferrand demir-çelik fabrikaları kısmen söküldü, metalürji yer değiştirdi ve fiziki olarak işçi sınıfının sanayisizleşme sürecindeki dönüşümü başladı. Haziran 1979’da solda görülen Jean-Paul Sartre ve sağda görülen Raymond Aron Elysée sarayında Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing’den Kamboçya (Kızıl Khmer) saldırısından kaçan Vietnamlı göçmenlere Fransa’nın kapılarını sonuna kadar açmasını istediklerinde sonraki on yılların gündemi belki de belli olmuştu. Şimdi bu gündemin negatif işaretlisini, ’istemiyoruz’ kısmını yaşıyoruz.
Türk solunun problemi bu açıdan bakınca öncelikli olarak şuydu: Baştan sınıf fiziki olarak yoktu çünkü imparatorluk çok gecikmiş biçimde, sürecin sonunda kaçınılmaz olarak kaybedildiğinde yeni kurulan cumhuriyete ne burjuva ne işçi miras kalmıştı. Nihayet işçi sınıfı oluşmaya ve hızla sendikalaşmaya başladığı zaman, 1960'larda, sol 1930'ları yeniden dolaşıma soktu çünkü aradaki süre buzdolabında geçmişti. Buzdolabında geçen süre taş çatlasa 500 kişi miras bıraktı ve çoğu siyasi yasaklıydı. Bildikleri tek şeyi yaptılar: 1920’lerin, 1930’ların Marksist yazınını çevirdiler. Türk solunun 1968’le simgelenen yükselişinin nedenleri birden fazladır. Ama bu yükselişe eski ve eskimiş Marksist yazının yeni/ilk çevirilerinin eşlik etmiş olması dikkat çekicidir. Aynı şekilde Birikim dergisi çıkarken Fransa'da “Althusser’ciliğin sonu” ilan ediliyordu. Tuhaftır ama 1975 itibariyle 10 yıl gecikme demektir. Solun genelindeki gecikme ise daha fazladır: 1965 itibariyle gecikme 30-50 yıl kadardır. Bakunin, Kropotkin: Bunların gelişiyse bir kitabın adıyla “100 Yıllık Gecikme” sonrası gerçekleşmiştir. Çok faydalı olduklarını sanmıyorum ama gecikme gecikmedir. Herkes gecikmiştir çünkü ortada yaşanmamış bir tarih vardır.
Peki, ne olacak? Cevap soyut olarak basittir. Özgürlük, adalet, dayanışma gibi temel erdemler arasında yer alan veya onlarla ilişkilendirilebilecek kavramların yeniden, çok hızlı ilerleyen bilimsel ve teknolojik ilerleme dünyasında bambaşka biçimlerde ete kemiğe bürünmesi gerekecek. Somut olarak ortada henüz bir cevap yok çünkü modern dağıtıcı adalet kuramlarının önerdiği mekanizmalar karmaşık ve hayata geçirilmeleri şimdilik çok zor.