ABD’nin ünlü Brookings Enstitüsü tarafından bugün açıklanması beklenen eşitsizlik raporunda yer alan veriler, ABD’de uygulanan ayrımcı politikalar nedeniyle tırmanan fırsat ve gelir eşitsizliğinin 1990-2019 yılları arasında ülke ekonomisine maliyetinin 22.9 trilyon dolar olduğunu gösteriyor. Bu rakam ABD’nin 2020’deki milli gelirini(GSYH) aşıyor. ABD eğitim sisteminde başlayan eşitsizliğin işe eleman alınırken belli gruplara karşı uygulanan ayrımcılık nedeniyle daha da arttığı vurgulanıyor.
Raporun sonuç bölümünde de şu ifadeye yer veriliyor: “ABD’de maalesef bir türlü aşılamayan yapısal engeller, birçok Amerikalının hayat hikayesini olumsuz etkilemekte ve milyonlarca insanın yeteneklerini verimli biçimde kullanmasını engellemektedir. Sonuçta yalnızca dışlanan ve engellenen grupların değil toplumun bütününün refah kayıplarına uğraması kaçınılmaz olmaktadır.”
Eşitsizlik Trump’ı iktidara getirdi
Öte yandan son Afganistan fiyaskosu nedeniyle yeniden ortaya dökülen rakamlar ABD’nin son 20 yılda Afganistan ve Irak’ta giriştiği intikam savaşlarında harcadığı paranın da 6 trilyon doları bulduğunu gösteriyor. Bu savaşların ABD’nin bir zamanlar sahiplendiği “dünyanın rakipsiz süpergücü” imajını nasıl yerle bir ettiği hatırlandığında, ABD’nin 21.yüzyılda nasıl bir yönetim zaafı içinde bulunduğu daha iyi anlaşılıyor.
Donald Trump eşitsizliğin mağdurlarından destek alarak Başkan oldu ve onun döneminde yaşanan rezaletler ABD’nin dünyadaki imajını daha da bozdu. Trump’ın cehaleti sayesinde pandemide en çok insan kaybeden ülkelerin başında gelen ABD’de halen iktidarda olan Demokrat Parti içinde eşitsizliğin hızla azaltılmasını isteyen bir kanat var ama Washington’da köşe başlarını tutmuş olan büyük şirketlerin lobi güçleri eşitsizliği azaltabilecek anlamlı reformları engellemek için yoğun çaba harcıyor. Demokratların Kongre’deki çoğunluğunun etkili reformları gerçekleştirmeye yeterli olması da zor görünüyor.
Bu noktada şu soru akla geliyor: ABD’nin yapamadığını Çin yapabilir mi? Kapitalizm aşısı sayesinde ekonomisini hızla dönüştürürken eşitsizlikteki hızlı artışı önleyecek adımları atabilir mi?
ABD mi başarılı, Çin mi?
Çin’de ülkenin rakipsiz hakimi olan Kömünist Partisi’nin kapitalizm aşısını kabul ederek son 40 yılda ekonomi tarihinin en çarpıcı atlımlarından birini gerçekleştirdiği ve ABD’nin dünyadaki tek rakibi haline geldiği biliniyor. Cari döviz kurlarıyla yapılan hesaplamaya göre bu 1980-2020 arasında ABD ekonomisi yaklaşık 7 kat, Çin ekonomisi 77 kat büyümüş. Cari kurlarla yapılan hesaplama 2020’de ABD ekonomisinin toplam büyüklüğünün 20.9 trilyon dolar, Çin ekonomisinin toplam büyüklüğünün ise 14.7 trilyon dolar olduğunu gösteriyor.
Hesaplama Satınalma Gücü Paritesi(PPP) yöntemiyle yapıldığında ise 2017 yılından itibaren ABD’yi geride bırakan Çin ekonomisinin 2020 yılında 24.1 trilyon dolarlık bir büyüklüğe eriştiği, ABD’nin ise 20.9 trilyon dolarda kaldığı görülüyor. 2021 sonunda Çin’ekonomisinin büyüklüğünün 26.6 trilyon dolara, ABD ekonomisinin büyüklüğünün ise 22.7 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. 1980’de Çin ekonomisinin toplam büyüklüğü 191 MİLYAR DOLAR, ABD ekonomisinin toplam büyüklüğü ise 2857 MİLYAR DOLAR, yani 2.9 trilyon dolardı.
Bu veriler Çin’in ekonomideki büyük atılımına ABD’den çok daha düşük bir gelir düzeyinde bocalayan, ilkel bir ekonomik yapıyla başladığını hatırlatıyor bize. Bu arada Çin’in ekonomideki büyük atılımı gerçekleştirirken kapitalist dünyayla ekonomik ilişkilerini geliştirmesinin, Batı’nın sermayesinden, teknolojisinden, iş yapma yöntemlerinden ve tabii kapitalizmin küreselleşmesinden yararlanmasının büyük rol oynadığını da unutmamak gerekiyor.
Çin’in “Refah Ortaklığı” kumarı
Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, Çin lideri Deng Xiaoping’in 1979’da kapitalizmin bazı temel ilkelerini benimseyerek başlattığı paradigma değişikliği Çin’in 40 yıl içinde yoksul bir ülke olmaktan çıkıp bugün pek çok alanda dünya liderliğine oynayan bir ülke haline gelmesini sağladı. Bu dönüşümün kapitalizmin küreselleşmesiyle eşzamanlı olarak yaşanması ve Batı’nın sermayesini, teknolojisini ve iş yapma kültürünü Çin ile paylaşması her iki tarafın da işine geldi ve Çin’in bugünlere gelmesini sağladı.
Çin’in tek hakimi Kömünist Partisi(ÇKP) kapitalizmin aşısını kabul ederken özel şahısların elinde hızlı sermaye birikiminin yolunu da açmış ve yeni Çin zenginlerinin ortaya çıkmasına izin vereceğini belli etmişti. Şimdi 40 yıl sonra gelinen noktada, dünyanın önde gelen milyarderleri arasında sivrilmeye başlayan Çinli zenginlerin sayısının hızla arttığını görüyoruz ve bunun tepki çektiğini görüyoruz.
Batı dünyası Çin’deki tek parti rejiminin de bu süreçte bir evrim geçirerek demokratikleşme yönünde adımlar atacağını umuyordu. Ancak gelişmeler bu yönde olmadı, tam tersine şimdiki Çin lideri Xi Jinping bütün yetkileri elinde toplayarak ülkeyi yönetmek istiyor ve Jack Ma gibi milyarder zenginlerin sivrilmesini önleyecek adımlar atmaya devam ediyor. Xi Jinping’in son dönemde ortaya attığı hayli iddialı “Refah Ortaklığı” sloganı ise, ülkede hızla büyüyen gelir eşitsizliğini besleyen kaynakları kurutarak komünizmin ana ilkelerine geri dönüşün başladığını düşündürüyor.
ABD’de sağlam kökleri bulunan sermaye-yönetici sınıf-devlet dayanışması sürerken, son 30 yılda giderek büyüyen eşitsizliğe ve yaygın refah kaybına çözüm bulunması zor görünüyor. Çin’de ise Xi Jinping’in yeni zenginlerin sivrilmesine izin veren düzeni yıkarak bürokrasinin sıkı kontrolünde bir tekno-otoriter rejime yönelmesi halinde bunun nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek hiç de kolay değil.