Bir aydınlanma projesi olan Amerikan devrimiyle daha radikal Aydınlanma projeleri olan Fransız devrimi ve Rus devrimi arasında benzetme yapmak için fazla acele etmemek lazım. Temelde devrim sonrası politikayı kurumsallaştırma anı –anayasa momenti- bir devrimin sürekliliği/halkın katılımı stabilite versus güvenliği sağlama gerilimi taşır. Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi devrimi yaptığı veya en azından taşıdığı düşünülen sınıf fiziki olarak ortadan kalkacak derecede yıpranmışsa bile –devrimci işçilerin Kızıl Ordu askerleri olarak iç savaşta çarpıştıklarını hatırlayalım- bunu söylemek yetmez. Bu olmasa dahi gerilim yaşanacaktı. Gerçi Rusya’da devrim ve iç savaş art arda geldi. Oysaki Amerikan devrimiyle 1860-1864 iç savaşı arasında 75 yıl kadar bir süre var. Önemli bir farktır. 1800 tarihli Jefferson Uzlaşısı Kuzey ve Güney’in kapışmasını ertelemiştir. Köle ticareti de asıl bundan sonra başlamıştır çünkü bu ticaret yasaklanmadan önce ‘pamuk eyaletlerine’ 20 yıl süre tanınmıştı ve onlar bu süreyi yoğun biçimde değerlendirdiler. Gerçi 20 yıl kuralına pek de uyulmadı ama olsun. Bu arada Amerikan Devrimi gayet enternasyonaldi ve yayılan bir etkiye sahipti. Mesela Fransız Devrimi’ni hem doğrudan –Fransa Amerikan kolonilerini desteklerken çok harcama yapmıştı ve kral meclisi toplayıp ek vergi koymak istedi, devrim oradan yürüdü- hem ideolojik olarak tetiklemiştir. Marquis de Lafayette Fransa’da kahraman olmadan önce Amerika’da kahramandı.
Ekonomik özü ne? Rusya’da fazla tarımsal nüfus vardı. Amerikan devrimi tam tersine çok yüksek bir toprak/işgücü oranıyla başlamıştı. Arazi genişti işleyecek insan yoktu. Toplam nüfus 1790’da 4 milyon kadardı. Rus devrimi 1917’de 170 milyon nüfusla başladı ve toprak/işgücü oranı çok düşüktü. Amerika’da kölelik vardı ama sayı küçüktü: Özgür siyahlar dâhil toplam 700.000 kişiden bahsediyoruz. Rusya’da kölelik yoktu ama 120 milyondan fazla mujik vardı ve çoğu toprağa bağlıydı; eski serfler artık yeni köy komünü üyeleriydi. Bolşevikler resmî ideoloji olarak işçi sınıfına güveniyorlardı ve bu sınıfın siyasi-ideolojik-tarihsel temsilcileri oldukları kanısındaydılar. Köylülüğe ise hiç güven duymuyorlardı. ABD’de “kurucu babalar” özgür, bağımsız düşünen, siyasallaşmış bir koloni halkına bakıyor ve onlara dahi şüpheyle yaklaşıyorlardı. Bu kalabalıklara ne kadar yetki verilebilirdi? Aşırıya kaçmayacaklarına ne kadar inanılabilirdi? Yerel çıkarlarını ulusal çıkarların önüne geçirmeyecekleri iddia edilebilir miydi? Bir tarafta cumhuriyetçi teori diğer tarafta sınıfsal bir bakış ve bu bakışla hiç güvenilmeyen eğitimsiz bir köylü yığını. Tarih, coğrafya, sosyal yapı Rusya’dan çok farklıydı.
Rusya bambaşkaydı. Ekonomik ve siyasi tartışmaları da öyleydi. Çok daha teknik ve derin tartışmalardı. Mesela köylülüğe güvenilmiyorsa işçi de pek kalmamışsa ne olacaktı? Elitizm mi? Kadrolar mı? Elitizm işe yaradı mı? Belli değil. Örneğin Sovyetler Birliği 1929 Büyük Depresyonunu kolayca çözümleyemedi. Luxemburg, pazar sorununa ve kapitalist ekonominin içerisinde tüketimin sınırlarına işaret etmişti. 1920’lerin “Hilferding mi, Luxemburg mu?” tartışması bağlamında –elbette dönemin en önemli konusu değildi- Buharin, Hilferding safındaydı. Hilferding safının uç örneği olarak da Marksizm’den uzaklaşalı yıllar geçmiş ve zaten çoktan ölmüş olan Tugan-Baranovsky gösterilebilir. Schumpeter’in “İngiliz iktisatçıları için Marshall ne idiyse, Rus dünyası için Tugan odur” mealinde büyük övgü anlamında kullandığı sözü hatırlarsak, Tugan’ın önemsiz olmadığını görebiliriz. Bukharin, “hem sabit sermaye hem de değişken sermaye (ücret) artmadan üretim olmaz ve yatırım/birikim sarmalı kapitalizmin iç piyasalarını genişletir” diyerek Luxemburg’a karşı çıkmıştı. 1920’lerin sonunda, tartışma kapitalizmin “organize” olup olmadığı üzerindeydi. “Organize kapitalizm” demek (a) kapitalizmin krize girmeyeceği çünkü sermaye malı üretmenin talep yaratmaya yeterli olduğu (b) kapitalizmin kararlı ve rasyonel olduğu –adeta planlı ekonomi gibi- anlamlarına geliyordu. Batı’da devrim olmamış, Sovyetler tek başına kalmıştı.
Buna ek olarak, Hilferding rengindeki Sovyet iktisatçılarına göre zaten Batı’da kapitalizm krize girecek değildi. Kriz olmayacağı için savaş tehlikesi de yoktu. Bu görüş ağır basan görüştü. 1928 yılının standart görüşü (i) kriz yok (ii) kar oranı azalmıyor (iii) pazar sorunu yok çünkü iç piyasada yatırım/birikim/arz kendi talebini yaratıyor şeklinde basitleştirilebilir. Varga, 1928 yılında “Varga yasasını” ortaya atıp, “saf kapitalizmde sermaye birikimi otomatik olarak verimli işçilerin sayısını azaltır ve kronik bir realizasyon krizine yol açar” dediğinde değişiklik başlamış oldu. Bu haliyle aşırı bir iddia çünkü değişken sermayede nispi değil mutlak bir azalışın mümkün olduğunu söylüyor. Tugan’ın, aslında zor korunduğunu ifade ettiği “denge” veya orantılı büyüme patikasında –“tek bir işçi kalsa bile”- sermaye birikimi üçüncü şahıslara/kapitalist olmayan bölgelere/emperyalizme –birikimi sürdürmek açısından- ihtiyaç duymadan devam eder tezine yakın. “Varga yasası” sermaye birikimi pazar yaratmaz, tersine var olan pazarı daraltır mı diyordu? Luxemburg geri mi gelmişti? Varga’nın sert biçimde eleştirilmeye açık bir yola girdiği –ki zaten böyle oldu- ortada: Aynı anda hem işgücünden tasarruf eden –19. Yüzyıl tipi- teknik ilerlemeye verdiği önemi aşırı boyuta yükseltiyor hem de realizasyon krizi tezini geri çağırıyor. Varga’nın kendi hesaplamalarına göre ABD’de artı-değer oranının artmakta olduğu –işçi sayısı azalmakta olduğu halde- bulgusu da pozisyonunu zora sokmuş olmalı.
Aslında konu 1928’de Varga’nın Komintern’e verdiği rapordaki “kapitalizm asla kararlı olamaz” saptamasında yatıyor. Komintern “sola” dönüyordu. Buharin, kolektivizasyonu önlemeye çalışmasını kapitalizmin krize girmeyeceğini –kriz olmayacağına göre savaş tehdidinin de söz konusu olmayacağını- söyleyerek teoriyle bütünleştiriyordu. Bu siyasi pozisyon alış, teknik-iktisadi kuram açısından, “hem Luxemburg karşıtlığı hem de Varga üzerinden Tugan-Baranovsky karşıtlığı” olarak ifade edilince bir miktar karmaşaya yol açtığı kabul edilebilir. 1929’un analizi elbette bu kadarla kalmıyor. “Yeni sanayi devrimi” ufukta mı, “üçüncü dönem”, “organize kapitalizm” derken 1929 geliverdi. 1929 hem Sovyetler’de hem Batı’da ilk yıllarda bir türlü çözümlenemeyen bir vakadır. 1931’e kadar “finansal kriz reel ekonomiye uzanır mı, uzanmaz mı?” sorusuyla oyalanıldığı görülüyor. Varga’nın “Stalin’in ekonomisti” olması muhtemelen bu noktada gerçekleşmeye başlamış oluyor. Bunun dışında, yani 1929 depresyonu/Hitler’in iktidara gelme ihtimalinin hızla artması bağını erken kurabilmek dışında, Sovyet ülkesinin kendi dinamiklerinin çok ağır bastığını söylemekte büyük bir hata payı yok. Çözümleme açısından elit de yanılabilir.
Ortak tema devrimci liderlerin kitleyle olan gerilimli ilişkileridir. Bir grup lider genç cumhuriyetin kaderinin koloni halkının aklına ve erdemine emanet edilemeyeceğini düşünen federalistlerdi ve bu grup ağır bastı. Rusya’da ise sınıfa dayalı bakış Bolşeviklere mülkiyet düşkünü köylülerle sosyalizmin kurulamayacağını düşündürtüyordu. Hatta iç savaş sonrasında işçi sınıfının fiziki olarak ciddi bir varlığının kaldığı bile şüpheliydi. Kime güveneceklerdi? Sadece inançlı ve sıkı sıkıya bağlı bir grup olarak tasavvur etmek istedikleri –gerçek her zaman böyle değildi- Bolşevik kadrolara mı? O derece güvensizdiler ki 1923-1924’te Lenin’in ölümü üzerine partiye üye alma kampanyası yürüterek kaydettikleri 1 milyon yeni üyenin çoğu 10 yıl sonra çoktan partiden atılmıştı. Yeterli olmadıkları, yönetimdeki ekibe bağlılık açısından güvenilir olmadıkları, nihayetinde parti üyesi olmalarına rağmen gerçekte komünist oldukları düşünülmediği için partiden atılmışlardı. Parti üyelerine bile güven duyulmuyorsa “halka” nasıl güven duyulacaktı?
Devrim anında kitlelerin enerjisine, sağduyusuna, bağlılığına olan inanç doruğa çıkar ve liderlerle yığınlar iç içe geçmiş gibi görünür. Kısa bir süre, “yıldızın parladığı an”, liderler halkın –veya halkı temsil ettiği tahayyül edilen işçi sınıfının- organik uzantıları gibi algılanır. “Cumhuriyetçi moment” geçtikten sonra ise temsilin dolaylı olmasının gerektiği düşünülmeye başlanır. Bir temsilciler meclisi ve bir anayasa şarttır. Bu kurumsal yapı devrimin ilkelerini garanti altına alacaktır ve güvenilmez kitlelere ancak arada bir, seçimler yoluyla başvurulacaktır. Temel kuruluş senedinin kolayca değiştirilememesi hukuken ve siyasi anlaşmalar yoluyla garanti almaya çalışılır. Benzemezler bu noktada benzemeye başlarlar.