Bu yıl demokrasi ve seçimler bakımından dünya tarihine geçecek. 2024 yılını tamamladığımızda, dünya nüfusunun yarısından fazlası siyasi tercihlerini ifade etmek için sandığa gitmiş olacak. Sene başladığında yüzden fazla ülkede yerel, genel, başkanlık veya Avrupa Parlamentosu seçimleri gibi bir vesileyle seçmenlerin sandık başına gideceği bekleniyordu. Bunların nüfus bakımından en büyüğü 1,2 milyar insanın yaşadığı Hindistan, en küçüğü ise sadece dört bin dört yüz insanın yaşadığı Montserrat (Karayipler’de küçücük bir İngiliz denizaşırı bölgesi) olarak göze çarpıyordu. Bunların dışında İngiltere’de ve, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yarattığı “siyasi araf”ın ardından, Fransa’da yapılan erken seçimler de bu listeye eklenince, tarihi anlamı olan bir sene yaşadığımıza şüphe yok.
Demokrasinin erdemlerine inanan herkes için elbette tüm bu seçimlerin hepsinin değeri yüksek. Her birinin yarattığı siyasi sonuçlar, farklı ölçeklerde de olsa, şu veya bu biçimde dünya politikasını ve dengelerini etkileyecek. Fakat, bunların içerisinde bir tanesi var ki neticesinin sadece yapıldığı ülkenin siyasi geleceğini değil, tüm bir uluslararası sistemin 21. yüzyılda evrileceği yönü tayin etmesi son derece olası: 5 Kasım 2024’de yapılacak olan ABD Başkanlık seçimleri.
Söz konusu seçimlerin bir önceki Başkan Donald Trump ve mevcut Başkan Joe Biden arasında geçmesi bekleniyordu. Her ne kadar başta Biden yarışı önde götürüyor gibiydiyse de Trump son iki aydır Biden lehine görünen farkı kapatarak öne geçmişti. Yine de Biden’ın yarışı bırakmaya pek niyeti yoktu. ABD Demokratik Partisi’nin ön seçimlerinde oy kullanan 16.610.102 delegenin % 87,09’unun oyunu almış ve 19-22 Ağustos tarihlerinde yapılacak Demokratik Parti Ulusal Kongresinde adaylığını neredeyse kesinleştirmişti. Ancak, bir önceki Cumartesi’den geçen Pazar’a uzanan sekiz gün içerisinde son derece dramatik olaylar yaşandı.
Önce, Thomas M. Crooks isimli 20 yaşındaki bir mühendislik öğrencisi Pennsylvania eyaletinin Butler şehrinde Trump’a suikast girişiminde bulundu. Trump’ın kurtuluşu onu destekleyen Cumhuriyetçi Parti seçmen sosyolojisinde beklendik karşılığını buldu; “Trump Tanrı’nın kutsal bir mucizesi sayesinde” kurtulmuş, beklenen aday olarak paketlendi ve sunuluyor. Kabul etmek gerekir ki Trump’ın korumalar tarafından sarmalanmış olduğu halde, kulağından yüzüne akan kanla, tek yumruğu meydan okur biçimde havada, arkasında gök ve ABD bayrağıyla çekilmiş fotoğrafı, tarihin en etkili kampanya posterlerinden birisine dönüşürken; Trump da artık seçimleri kazanmaya 2016’da kazandığı seçimlerde olduğundan da daha yakın hale geldi. Bu görüntünün Trump’ın kamuoyuna ve tarihe mâlolacak siyasi kimlik ve kişiliğini temsil bakımından şimdiden ikonik bir statü kazandığı söylenebilir. Bu görüntü şimdiden şu ana kadarki kariyerinde sahne ışıklarından pek de mahrum kalmamış olan Trump’ın zirvedeki “Warhol Onbeş Dakikası”, kariyerinin şâhikası.
Hemen ardından, Başkan Biden Pazar günü sosyal medya platformu “X”de yayınladığı bir mektupla adaylıktan çekildiğini açıkladı. Bu açıklama kimileri için geç kalmış bir açıklama. Biden’ın art arda kırdığı potları, merdivenlerde ve sahnelerde sergilediği sıkıntılı manzaraları ve nihayet 27 Haziran’da gerçekleşen ilk “Başkanlık Tartışması”ndaki zayıf performansının aşağılamasını kendisine ve partisine yaşatmadan; Demokratik Partiye yeni bir aday belirleme noktasında yeterli zamanı verecek şekilde, 2024 Mart ayında çekilmesinin daha doğru olacağını söyleyenler az değil. ABD halkının % 69’unun 81 yıla yayılmış ömrüyle, Biden’ı bir dönem daha başkanlık yapmak için fazla yaşlı bulduğu düşünülürse bu yaklaşımın mantığını anlamak kolay. Ancak, bu durum Biden’ın kararının siyaset etiği açısından takdir edilesi bir tarafı bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Hatırlatmak gerekir ki 21. yüzyılda Demokratik Partinin kazandığı tüm seçimlerde Biden Başkan Yardımcısı veya Başkan adayı olarak yarışın içerisindeydi. İlk defa Demokratik Partinin Başkan için adayı olmak için yarışa girişi, bundan kırk yıl öncesine, 1984’e rastlıyor. Kaybettiği bu adaylıktan sonra biri 1988 diğeriyse 2008’de olmak üzere iki defa daha bu pozisyona aday olan Biden hep iddialı bir siyasetçi olmuş. Biden’ın 36 yıl 13 günle ABD Senatosunun tarihinde en uzun görev yapan üyeler sıralamasında 19. sırada olduğu; ABD senatosuna giriş tarihi itibariyle siyasi hayatı bu düzeyde devam eden en kıdemli politikacı olduğu da unutulmamalı. Bu kıdemde bir siyasetçinin, dünyanın her tarafında sıklıkla rastlanılan ve bu sıklık nedeniyle siyasette norm kabul edilen davranış kalıbını benimsemesi; kendi kendisine “ama”lı, “fakat”lı hikâyeler anlatarak kaçınılmaz olanı inkâr etmesi; etrafındaki dalkavukların, yakın ekibinin baskılarına “tavlanması” ve hakkı da varken son bir kavgaya girmesi; sözün özü “koltuğa yapışması” beklenmedik olmazdı. Böyle bir durumun örneği çok istisnası az! Biden en azından bu ihtimalleri ve neticelerini doğru kavrayarak yarıştan çekilme erdemini gösterdiği için takdir edilmeli. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bizim çok yakın siyasi tarihimizde benzer koşullar ortaya çıktığında ilgililerin nasıl davrandığının ve bunun da muhalefet için nelere mâlolduğunun tecrübesi henüz çok taze. Üstelik o çekişmeler, ne yazık ki hâlen de sürüyor…
Biden çekilirken Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i halefi olarak aday gösterdi. Onun bu desteği Harris adına çok önemli. Yüksek olasılıkla 10 Eylül’e planlanan ikinci “Başkanlık Tartışması”nda ABD ve dünya kamuoyunun önüne Harris’in Demokratik Parti Başkan adayı olarak çıkmasını sağlayacaktır. Bu satırlar yazılırken Demokratik Parti’nin eski Başkan Barack Obama, o da aynı Harris gibi Kaliforniyalı bir siyasetçi olan, eski Temsilciler Meclisi Sözcüsü (Başkanı) Nancy Pelosi ve Senato Çoğunluk Lideri Chuck Schumer gibi kilit önemde aktörler henüz Harris’e desteklerini açıklamamışlardı. Ancak, Biden, Harris’e desteğini açıkladıktan sonra rekor kıran kampanya bağışlarından; Demokratik Partili eyalet Valileri, Senatörler ve Temsilciler Meclisi üyelerinden birbiri ardına gelen açıklamalardan yola çıkarsak rüzgârın Harris’ten yana estiği bir gerçek.
Bu noktada Harris’in Başkan Yardımcısı seçimi önemli olacak. Kanaatim tüm potansiyel adayların arasında en şanslısının, ve belki de siyasi akıl bakımından en doğrusunun, mevcut Pennsylvania Valisi Josh Shapiro veya Arizona Senatörü Mark Kelly olduğu. Buradaki mantığım pragmatik. Harris Başkan adayı ve, kazanırsa Başkan olarak ABD’nin ilk kadın, Asya ve Afrika kökenini bir arada taşıyan Başkanı olacak. Başkan Yardımcısı ve Başkan’ın siyaseten kuvvetli taraflarının örtüşmekten çok bir diğerini tamamlayıcı olması beklenir. Bu ortamda bir başka kadın adayın; Kaliforniyalı veya Demokratik Partinin Başkan adayı bakımından kazanılması kesin olan bir başka eyaletin temsilcisinin, başkanlık yarışı biletinin ortağı olması Harris için meseleyi kolaylaştırmaz hatta zorlaştırabilir. Adayın Arizona veya Pennsylvania gibi bir “salıncak eyalet”te başarılı olmuş bir Demokrat olması, erkek olması bu bakımdan daha beklendik. Kamala Harris’in bu seçimin ABD iç siyaseti bakımından ekonomi dışında iki kilit konusunu oluşturan göçmen meselesi ve kürtaj hakkı konularının ilkinde zaafı var. Trump ona buradan saldıracaktır. Kürtaj meselesindeyse Harris avantajlı. Bu da onu daha “liberal”, “ilerici” gündeme doğrudan sahip çıkmaya itecektir. Bu noktada daha önceki siyasi kariyeri sorgulandığı için söz konusu itişin kuvveti de artacaktır. Bu hal 2020’de Biden’ı iktidara taşıyan seçmen koalisyonunu canlandırmayı hedefleyecek olan Harris’i bir başka “progresif” siyasetçiyi Başkan Yardımcısı adayı yapmakta mütereddit kılacaktır.
Ayrıca, Harris’in hem kampanyası esnasında, daha da yoğun olarak Başkan seçilirse, Gazze konusunda Netanyahu’yu Biden’a göre daha sert sıkıştıracağı beklenmeli. Ancak belirtmek gerekir ki ABD siyasetinin iç dengeleri Harris’e bu bakımdan, özellikle de kampanya döneminde, belli kısıtları dayatacaktır. Harris’in ekibinde Başkan Yardımcısının Ulusal Güvenlik Danışmanı görevinde bulunan Philip Gordon’un Türkiye’de tanınan, Türkiye’yi iyi bilen bir uzman olduğunu vurgulamak gerekir. Gordon’un en az Ulusal Güvenlik Danışmanlığını alması beklenebilir. Daha önce Demokratların hâkim olduğu Brookings isimli düşünce kuruluşunda görev yapmış olan Gordon’un, Ömer Taşpınar ile kaleme aldığı “Türkiye’yi Yeniden Kazanmak: Amerika, Avrupa ve Türkiye Solmakta olan bir Ortaklığı Nasıl Canlandırabilir” (2008) başlıklı bir çalışması da mevcuttur. Ayrıca, 2009 -2011 yılları arasında, Obama döneminde, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı yapmış olan Gordon aynı zamanda Orta Doğu’yu çok yakından tanıyan bir uzman.
Harris’in dış politika takımında görev üstlenmesi şaşırtıcı olmayacak, ve Türkiye’yi yakından tanıyan, bir başka isimse günümüzün Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Bakan Yardımcısı John R. Bass. Bass Türkiye, Afganistan ve Gürcistan’da Büyükelçilik yapmış ve bu bölgeyi tanıyan tecrübeli bir diplomat.
ABD seçimlerinin bu son etabı hem ABD – Türkiye ikili ilişkileri hem bölgemiz hem de dünya açısından, belki de arzu edilenden daha heyecanlı ve ciddi sonuçlar doğuracak bir temâşâ olacak…