Ekonomilerde talep eksikliği olduğunda maliye politikasına başvurup kamu harcamalarını artırmak Keynes’in düşüncesiydi. 1929 bunalımı sonrasında uygulandı, işe de yaradı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Keynesyen politikalar popülerliğini korudu, karma ekonomi birçok ülkede başarılı oldu, buradan yola çıkarak refah toplumu yaratmak, kapitalist ülkeler için iktisadi bir hedef oldu. 1945-1970 arası bu temelden yola çıkan iktisat politikaları kapitalizme altın çağını yaşattı. 1970’lı yıllarında başında model teklemeye başladı, üstüne bir de 1973 Petrol Krizi geçince neoklasik-liberaller ağızlarının suyunu akıta akıta modellerini uygulamaya soktular.
Başlangıçta modelin siyasi uygulayıcıları ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher olurken, Türkiye’de darbeci general Evren ve Özal oldu. Liberal politikaları Türk halkı çok sevdi. Arka arkaya bu politikaları benimsemiş partileri iktidara getirdi.
Her şeyin bir sonu var, nihayetinde 2008 krizi geldi. 2008 krizi aslında neoliberal politikaların çökmesinin adı oldu. Finansal serbestleşme ülkeleri yüksek borç içerisinde bırakarak adeta “ben bittim” dedi. Bazı ülkeler bu itirafı hemen gördü, bazıları geç gördü.
Keynes ve parasal genişleme
ABD krize karşı Keynes’i yeniden anımsadı, devletin ekonomiye müdahale etmesi konusunda adeta elini serbest bıraktı. ABD Merkez Bankası’nın bilançosu aldığı tahviller ve parasal genişlemenin etkisi ile 10 yılda 800 milyar dolardan 4,5 trilyon dolara çıktı. Ancak ne Bush’un, ne Obama’nın ne de Trump’ın hakkını yemeyelim, söylemde hep liberal geçindiler.
Trump bu süreçte devletçi-liberal (kendine liberal) kimliği ile diğer başkanların önüne geçti, tam bir tüccar gibi devleti (pardon şirketi) yönetti/yönetiyor. Ticarete konu olan mal silah olduğunda ise tam bir silah baronu gibi davrandı. Bu sayede ABD’nin dünya silah ihracatındaki payı 2018’de yüzde 36’ya yükseldi. Trump, böyle davranırken, Putin’de de ondan geri kalmadı, Rusya silah pazarındaki payını yüzde 21’e çıkardı. Her iki ülkede bizim turistik yörelerdeki lokanta çalışanları gibi silahlarını satmak için çığırtkanlık yaptılar, sadece mallar yaşatmak için değil, öldürmek içindi. Bu silahların en büyük alıcısı da Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkeleri oldu (yüzde 56’sı). Bu ülkelerin tamamına yakını da İslam ülkesi ve hiçbirinin (Tunus’u ayırabiliriz) demokrasi ile ilişkisi yok.
Ulusal ya da uluslararası her adımın altında talep yaratmak isteği bulunuyor. Çünkü klasiklerin “her arz kendi talebini yaratır” safsatasının modern görünümlü neo-liberal (arz yönlü vahşi) kapitalizmi tıkanmış durumda. Borçlanmada limite gelindi, küresel borç hacmi 255 trilyon doları aştı. Bundan dolayı da ‘eğer hane halkı ve özel sektör harcamıyorsa devlet harcar, dış talep yaratırız’ temelli politikalar son 10 yıla hakim oldu.
Silah baronları
ABD, Rusya, Çin ve dahi AB, ihracatlarını artırmak için her yola başvuruyor. Çünkü ihracat demek talep demek (dış talep), büyüme demek. Bu süreçte kendi aralarında çatışsalar da bazı alanlarda örtük işbirliği de yapmaktalar. Örneğin Rusya ve Çin, İslam ülkelerine silah satarken, ABD de ehli keyif Suudi Arabistan hanedanına silah satıyor. Sonra da Irak, İran, Suudi Arabistan’ı tokuşturuyorlar. Özellikle demokrasiden nasibini almamış İslam ülkelerindeki iktidar sahipleri de ülke içindeki enflasyonu, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu gizlemek için bu çatışmalara bodoslama dalıyor. Halk vatan, din elden gidiyor duygusu ile bir taraftan refah kaybına uğrarken, diğer taraftan da canından oluyor.
ABD ve İran’ın yöneticilerinin keyifleri yerinde
ABD hafta başında önce İran’ın derin askeri gücünün komutanı Kasım Süleymani’yi öldürdü, ardından İran da ABD’nin üslerini vurdu. Her iki taraf da mutlu. Trump seçimlere giderken malzemesi hazır “İranlı teröristi” ben öldürttüm diyecek. İranlı yöneticiler de mutlu. Dibine kadar battıkları yolsuzlukları, yüksek işsizlik ve enflasyon oranını gizlemek için ellerine bir malzeme daha çıktı: “Şeytan ABD ile savaşıyoruz” söylemi.
Peki sizce şeytan kim?
Okuma Önerisi: Timur Kuran, İslam ve Ekonomik Azgelişmişlik