Her ne kadar finansal piyasaların ve özellikle hisse senedi piyasasının pek tadı olmasa ve gözler bu konulara odaklansa da, bu haftanın en önemli gelişmesi kuşkusuz Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üç iktisatçıdan birisi olması diyebiliriz. 2024 Nobel Ekonomi Ödülü Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a neden bazı ülkeler daha zengin, bazı ülkeler daha fakir konusuna bir açıklama getirmesiyle verildi.
Öncelikle, meslektaşım ve yurtiçi ve yurtdışında farklı konferanslarda dinleme ve tanışma fırsatı bulduğum Daron Acemoğlu’nu kutluyorum. Bu tartışmasız büyük bir başarı ve hepimiz için gurur kaynağı olmalı. Daron Acemoğlu’nun ne kadar üretken bir bilim insanı olduğunu tartışmak yersiz. En üst düzey dergilerde yayınlanmış sayısız makaleleri ve tüm dünyada en çok satış yapanlar listesinde hep bir numaralara ulaşmış çok sayıda kitabıyla ekonomi teorisinden uluslararası ticarete, büyümeden kalkınmaya, teknolojiden demografiye kadar birçok alanda çalışması bulunmaktadır.
Bu ödülü getiren ve çalışmalarının ağırlıklı olduğu alan ise ulusların büyümesi, zenginliği, fakirliği, yönetim biçimleri gibi konulara yoğunlaşan kurumsal iktisat alanıdır. Son verilere göre, tüm yayınlar için alıntılama sayısı 247 bin 542 görünüyor. Üç iktisatçıya Nobel ödülünü getiren ana çalışma “The colonial origins of comparative development; An empirical investigation” isimli makaledir. 2001 yılında American Economic Review dergisinde yayınlanan çalışma Avrupalıların 17. yüzyıl sonrası kolonileşme sürecinde gittikleri bölgelerde yaşam sürelerine bakarak bu ülkelerin kurumsallaşmasına ne kadar katkı sağladıkları noktasından hareket etmektedir. Afrika gibi salgın hastalıklarının yoğun olduğu bölgelerde uzun yaşayamadıkları, Avrupa’ya benzer bir yapı kuramamaları, buna karşın Amerika Kanada Avustralya Yeni Zelanda gibi bölgelerde daha uzun yaşam sürelerinde bunu başarabilme hipotezine dayanmaktadır. Çalışma ortalama yaşam sürelerini araç değişken olarak kullanarak ekonometrik bir modelle 75 ülke için 17 -19. yüzyıl arasında farklı ülkelerde hayat sürelerine (Philip Curtin, 1968 çalışması) bakmaktadır. O dönemde düşük yaşam beklentisine sahip ülkelerin bugün daha düşük gelire sahip olduğu, yüksek yaşam beklentisi sahip bölgelerinse bugün daha yüksek bir gelire sahip olduğu gösterilmektedir. Aslında hipotezleri çok basit, Afrika gibi salgın hastalıkların yoğun olduğu bölgelere giden koloniler o bölgelerde uzun süre kalamadığı için yerel güçler daha hakim oluyor ve belli bir kurumsal yapı oluşturulamıyor. Tam tersine yerel güçler dışlayıcı ve otokratik yapılar kuruyor. Amerika Kanada gibi ortalama yaşam süresinin uzun olduğu bölgelerde ise yaşam süresine bağlı olarak bu kurumsallaşma çerçevesi ya da Avrupa’ya benzer bir yapı oluşturulması mümkün olabiliyor.
Öncelikle şunu belirtelim, yazarlar temelde sömürgeleşmeyi savunmuyorlar. Kimi kolonileşme çabalarının Avrupa’ya benzer kurumsal yapı oluşturmaya dayandığını, kiminin sadece gerçek anlamda sömürgeleşme biçiminde ilerlediğini baştan kabul ediyorlar. İkincisi, hipotezlerinin ülkeler arasındaki zenginlik fakirlik ayrımının açıklamalarından birisi olduğunu, hatta en önemlisi olduğunu da iddia etmeyerek çalışmalarını yapıyorlar. Dolayısıyla, yazarların çalışmalarının sömürgecilik ve onun sonuçları üzerine bir çalışma olarak yorumlanması çok doğru olmayacaktır. Acemoğlu ve diğer yazarlar bu orijinal makale sonrasında birçok makale, arkasından kitaplara dönüşen çalışmaları ile zenginlik ve fakirlik arasındaki farkı farklı boyutlarıyla sürekli analiz etmiştir. Kurumsallaşmayı başarabilen, hukuk sistemini ve katılımcı demokrasiyi kurabilen ülkelerin daha kalıcı ve istikrarlı büyüme ve kişi başına daha yüksek gelire ulaştığı, tersine olan yapıların, yani kurumsallaşamayan ve daha otoriter yapılarla ilerleyen katılımcı olmayan ülkelerin ise hem istikrarsızlık hem düşük büyüme oranlarıyla baş başa kaldığı bu çalışmalarda ortaya konmaktadır. Dolayısıyla konuyu sadece sömürgeleşme stratejisi ve hayat süresine bağlamak ne bu çalışmanın iddiası ne de gerçek hayatla uyumlu bir öneri olur.
Kurumsallaşmayı başarabilme şansı olan ülkeler, buna bir koridor açabilen ülkeler ile bunu açamayan ülkelerin dinamiklerini farklı farklı değerlendirmek gerekiyor. Nobel ödüllü üç ikisatçı kurumsallaşma penceresini açabilen ülkelerin bu noktaya gelebilmelerine yönelik bir açıklama getiriyor. Geçmişte de benzer birçok çalışma gördük, örneğin iktisat tarihçisi Morris Dobb “Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine Çalışmalar” kitabında Avrupa’da 16 yy. sonrası benzer ekonomik ve demografik etkiler altında kalan ülkelerde iç dinamiklere bağlı olarak çok farklı üretim biçimlerinin ortaya çıktığını göstermektedir. İngiltere’nin kuzeyi ve güneyi ile doğu ve batı Avrupa’da gelişim dinamiklerinin farklılaşması buna örnekler arasında bulunmaktadır. İç dinamikler sosyolojiden antropolojiye, psikolojiden kültürel gelişmeye kadar birçok unsurun toplamıdır. Bugün Avrupa’nın demokratikleşmesinin gerçekliği ve kolonileşmesi çok detaylı tartışılabilir ve haklı olarak da eleştirilebilir. Fakat Avrupa’nın demokrasiye en yakın yapıları oluşturabildiğini, dünyanın diğer bölgelerine göre de katılımcılığı içselleştirebildiğini de unutmamak gerekiyor. Avrupa da dünyanın birçok ülkesi de geçmişte bir anda bu yapıyı oluşturmadı. Sadece bazı bölgelerde kurumsal yapının bu koridoru açması ve bu koridorun içinden geçebilen ülkelerin daha yüksek bir büyümeye ulaşması ana faktör gibi görünüyor. Dünya’nın doğusunun, Asya’nın, özellikle Çin ve Japonya’nın deneyimlerini çok daha derin incelemek karşılaştırmalı çalışmalar ortaya koymak gerekiyor.