Yeni yıla girmemize, hatta ilk ayının sonuna yaklaşmamıza rağmen yıl boyunca temel ekonomik göstergelerin nasıl bir gelişme göstereceğini hala öngöremiyoruz. Hem döviz kurunun ve faizin, hem de enflasyonun, işsizliğin, yatırımın ve büyümenin ne olacağı konusunda ortak bir beklenti de, değerlendirme ve tahmin yapabilecek yeterli kanıt veya veri de yok. Doğrusu başka türlü olması da mümkün değil; yıllardır izlenen büyüme modeli, yürürlüğe konulan ve bazen kendi içinde de çelişen politikalar ve yapılan tercihler, belirsizliği kendi ellerimizle hayatımızın bir parçası haline getirdi. Üstelik küresel fonların gelişmiş batı ülkelerinde negatif faize razı olacak kadar getirisiz kaldığı ve ucuzlamaya devam ettiği bir dönemde doğrudan yatırım sermayesi şöyle dursun, portföy yatırımı girişleri ve makul maliyette dış finansman temini de tıkandı. 2018’deki kur krizinin yarattığı psikolojik etki, tüketiciler dahil piyasa oyuncularının davranışlarında kararsızlık yaratmaya devam ediyor. Merkez Bankasının 15 yıldır enflasyon hedeflerini tutturamaması da, uzun zaman dengeleyici bir çıpa işlevi gören bütçe dengesinin son yıllarda ortadan kalkması da hep belirsizliğin daha da koyulaşmasına yol açıyor. Günlük sorunların yarattığı baskı, toplumun zaten eksik olan reform enerjisini tamamen tükettiği gibi, daha derinde yer alan ve aslında belirsizliklerin kök nedenleri olan hukuk güvenliği, kurumsal kalite, gelir eşitsizliği, eğitim gibi yapısal zaafları gündem dışına çıkarıyor.
Tüketimin özendirilmesi kur ve enflasyon risklerini arttırır
Ekonomiyi canlandırmak için bankaların tüketici kredilerine yüklenme tercihi, özellikle perakende ve konut piyasalarında hafif bir canlanmaya yol açmış olsa da, bunun bütün sektörlere ve yatırımlara yansıyacağını beklemek gerçekçi görünmüyor. Bunun sıfırdan bir hareketlenmeden ziyade yazdan sarkan ertelenmiş bir talep olma ihtimali kuvvetli, çünkü tüketici güven endeksinde henüz olumlu bir gelişme gözlenmiyor. Kaldı ki daha çok kamu bankalarının başı çektiği bu gelişmeye karşılık, özel bankaların ve reel kesimin önceliğinin döviz borçlarını azaltmak olduğu anlaşılıyor. 2018 sonunda 224 milyar dolar olan özel kesim dış borcu 2019 sonunda 200 milyar dolar civarına düşmüş durumda, Bu düşüşün 14 milyar doları da bankaların borcu. Risk algısını negatif etkileyen en önemli faktör dış borcun yüksekliği ve borç servisine olan güvenin aşınması olduğundan bu temkinli davranışı olumlu karşılamak gerekiyor.
Öte yandan, dışarıda herkese ucuz olan parayı biz ancak çok pahalıya bulurken (daha yeni en büyük bankalarımızdan birinin %7.5 döviz faiziyle yaptığı sendikasyon başarı olarak görüldü), içeride paraya ödenecek faizi azaltarak ekonomiyi canlandırmaya çalışıyoruz. Yani tasarrufu caydırırken tüketimi özendirmeyi amaçlıyoruz. Aralık sonunda enflasyon yaklaşık %12 olarak açıklanmışken Merkez Bankası faizinin şimdiden %11.25 şeklinde belirlenmesi, negatif reel faizin resmiyet kazanması anlamına geliyor. Bu da umulanın tam aksine, TL’den kaçışın güçlenmesi ve dövize talebin artması tehlikesini tetikleyebilecek. Dış kaynağa bu kadar bağımlı bir ekonomide bu, riskli bir tercih olsa gerek. Zaten 2020, daralmanın sona erip büyümenin, YEP hedefi olan %5’in ancak yarısı kadar olsa bile, yeniden başladığı ve cari açığın yeniden yükseleceği bir yıl olacağından TL değerinin korunmasının öncelik sayılmadığı belli. Dövizde bir hareketlenme ise, geçişkenlik nedeniyle enflasyon eğrisinin ucunu yukarıya çevirecek. Zaten hep söylediğimiz gibi mevcut üretim ve büyüme modeli, ekonominin hiç büyümediği 2019’da bile %12’ye varan bir oran ile gerçekleşen enflasyonu, yapışkan diye tanımladığımız yapısal nitelikli bir hale dönüştürmüş bulunuyor.
Geçenlerde medyaya yansıyan bankacılık kesimi yöneticilerinin açıklamaları ise “2019’un dalgalanma ve işleri rayına sokma yılı olduğu, 2020’nin ise yeniden büyüme döneminin başlangıcı ve daha öngörülebilir olacağı, büyümeye en büyük katkının ertelenmiş talepten(yani tüketimden) geleceği, sermaye yeterlilik oranı yüksek olan bankaların kredi iştahının artacağı” yolunda. Ancak, 2020 yılında 30 milyar dolara yakın dış borç ödemesi yapacak olan bankaların temkinli duruşlarından vazgeçmeyeceklerini, enflasyon ve döviz konusundaki beklentilerini kısa vadeli olarak ifade ettiklerini, orta ve uzun vadeli trend bağlamında tereddütlerini koruduklarını düşünüyorum. Reel kesimin de 2020’de 20 milyar dolara yakın dış borç geri ödemesi yapacağı düşünülürse kredi taleplerinin fazlaca canlanacağını beklemek iyimserlik olur. Döviz kurlarında herhangi bir nedenle oluşacak bir hareketlenme herkesin hatta kamu yönetiminin beklentilerini toptan değiştirebilir.
Bütçe dengesi fena bozuldu
Uzun yıllar tek sağlam çıpa olarak ekonomi yönetimine manevra alanı sağlayan kamu finansmanı dengesi de ortadan kalkmış durumda. 2019 başında 81 milyar TL olarak öngörülen bütçe açığı, Merkez Bankası karı ve yedek akçesinin Hazine’ye transferine ve diğer tek seferlik ek gelirlere rağmen 124 milyar TL olarak gerçekleşti; bu olağan dışı gelirler olmasaydı açık 238 milyar TL’ye ulaşacaktı. 2019’da vergi gelirlerinin hedeften 83 milyar TL aşağıda gerçekleşmesine rağmen 2020 için hedefin geçen yıl hedefinin de 30 milyar yukarısında tespiti yeniden vergi affı vb. olağandışı gelirlerin düşünüldüğünü gösteriyor. Vergi gelirlerinin bütçe gelirlerine oranı ilk kez %80’in altına düşerken dolaylı vergilerde de sınıra gelindiği, tahsilatın 2018’in altında kalmasından anlaşılıyor. Bu durumda mali disipline nasıl dönüleceği de soru işareti.
Belli ki, mevcut politikalarda kapsamlı bir revizyon yapılmadıkça, 2020’ de can yakıcı sürprizlerle karşılaşabiliriz.