Son birkaç haftadan beri Türkiye’nin gündeminde ilk sıralara oturan ve kalmaya da devam edeceği anlaşılan bir konu var. Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar rezervi nerede diye soruluyor. Konu, Merkez Bankası’nda Naci Ağbal’ın görevden alınmasıyla hızlandı.
Ana muhalefet partisi yoğun bir şekilde konunun üzerine gitti. Çok etkili ve başarılı bir kampanya yürüttü, halen de yürütmeye devam ediyor.
Diğer siyasi partiler de bu furyaya katıldı. Onlar da “128 milyar dolar nerede?” sorusunu soruyor ve konuyu çeşitli açılardan değerlendiriyor. Açıkçası işin gözden kaçan bir tarafı var, o da şu: Bu işe muhalefet eden partilerin yetkililerinin bu konuların içinden gelmeleri ve işleri biliyor olmaları.
Her şeyden önce DEVA Partisi’nin Genel Başkanı Ali Babacan, çok uzun yıllar Hazine’nin yönetimini bizzat üstlenmiş kişi. CHP’nin sözcüsü Faik Öztrak Hazine’de Müsteşarlık yapan kişi. Aynı şekilde DEVA Partisi’nin Genel Başkan Yardımcılığını yapan İbrahim Çanakçı bizzat Hazine Müsteşarlığı yapmış birisi. İYİ Parti’nin Genel Başkan Yardımcısı ekonomi bürokrasisinin içinden gelen biri.
Anlayacağınız işin mutfağından gelenlerin konuyu takip etmeleri çok daha farklı ve etkili oluyor.
Buna karşın iktidar tarafında, en tepe noktalardan aşağılara doğru verilen cevapların düzensiz, anlaşılmaz ve hatta çelişkili olduğu dikkat çekiyor. Hatta yargı, güvenlik ve yazışma düzenine yansıyan telaş da çok garip görünüyor.
Aslında konunun açıklığa kavuşturulması yönünde sorulan ve basında da yer alan sorulara daha teknik nitelikli yenilerini de eklemek mümkün. Şöyle ki:
- Her şeyden önce kayıp olarak ifade edilen 128 milyar dolar nasıl hesaplandı?
- Bu tutar hangi döneme ait? Yani ne zamandan ne zamana bir süreyi içeriyor?
- Bir yabancı ajansın haberine göre Naci Ağbal, bu kaybı incelemeye aldırması nedeniyle mi görevden alındı?
- Merkez Bankası Hazine Müsteşarlığı ile neden protokol yaptı? Protokolün kapsamı ne ve belli bir süreyi içeriyor mu?
Soruları daha da artırmak mümkün.
Konunun en sıkıntılı tarafı Merkez Bankası’nın Hazine Müsteşarlığı ile 21 Şubat 2017 tarihinde bir protokol yapmış olması.
Böyle bir protokolün olması mevzuat ve özellikle teamüllere aykırı.
En önemli aykırılık da şu: Merkez Bankası, kendi kanunundan gelen yönüyle bağımsız bir yapı. Oysa Hazine birimi, merkezi hükümetin bir organı. Dolayısıyla böyle bir anlaşmanın yapılmış olması yanlış. Yürütme organının döviz işlemlerini yapmada rahat hareket etmesi adına Merkez Bankası’nın elinden yetkisini almasından başka bir şey değil.
Kaldı ki her iki birimin yetkileri ve sorumlulukları açısından da bir araya gelip protokol yapmaları düşünülemez. İkisinin arasındaki tek bağlantı, Merkez Bankası’nın sahipliğini Hazine Müsteşarlığı’nın üstlenmiş olması.
Merkez Bankası bu şekilde devre dışına çıkarılmış durumda.
Bu yanlışa rağmen yapılan protokol ile kamu bankalarının devreye sokulduğu anlaşılıyor. Kamu bankalarının devreye sokulmasıyla da Hazine devre dışına çıkarılmış oluyor.
Dolayısıyla Hükümet kamu bankaları eliyle döviz operasyonlarını yönetme fırsatını eline almış.
Bu noktada cari döviz kurlarının altında veya üstünde bir bedelden döviz satıldığını kimsenin bahsettiği yok. Yani kimseye o günün fiyatlarında bir farklılık ya da ayrıcalık yapılmış değil.
Burada iki önemli durum var. Birincisi, kamu bankaları eliyle kimlere döviz satılacağı; ikincisi de döviz fiyatlarındaki hareketliliğe göre önceden pozisyon alınıp alınamayacağı konusu.
Sözün özü; bu iş araştırılacaksa artık Merkez Bankası’nı ve Hazine’yi sorgulamak yerine kamu bankalarını sorgulamak gerekiyor. Bankacılık sırları ile ilgili yasal hükümler çerçevesinde ipin ucunu yakalamak da zor görünüyor. Kaldı ki şifreli veya paravan firma ve isimler üzerine yapılan işlemler de asıl ulaşılmak istenen adrese ulaşmayı imkânsız kılıyor.