Ufkumu açacak her şeye açım ben
Gazeteci yazar Zeynep Oral son kitabı Anadolu’da Bir Devrimci Prenses’te, cinsiyete ve sınıfsal statüye dair tüm kalıpları yıkan İtalyan Prenses Cristina ile tanıştırıyor bizi. Bu özgür ruhlu, cesur yürekli prensesi konuştuğumuz Oral, “Benim kitap yazma nedenim ‘bunu herkes bilmeli’ diye. Edebiyat yapmak için kitap yazmıyorum” diyor.
Haber Merkezi |GÜLSEREN ÜST POLAT
İtalyan Prenses Cristina Trivulzio Belgiojoso… Günümüzden yaklaşık 150 yıl önce ataerkil düzeni hiçe sayarak kendine biçilen rolleri korkusuzca reddeden özgür bir ruh. Üstelik ülkesinin bağımsızlığı ve kadınların özgürlüğünü sonuna kadar savunan devrimci bir akıl. Pek çoğumuzun adını bile duymadığı bu prensesin İtalya’dan Osmanlı’ya uzanan yaşamı gazeteci yazar Zeynep Oral’ın kalemiyle döküldü sayfalara…
İnkılâp Kitapevi etiketiyle raflarda yerini alan Anadolu’da Bir Devrimci Prenses, geçmişte yaşamış ve yolları Osmanlı ile kesişen bir prensesin ilginç yaşam öyküsünü sunmuyor sadece, bugün hala değişmeyen patriarkal düzene boyun eğen tüm kadınlara da cesaret veriyor bir anlamda.
Kitabı yazarken, “Hay Allah! Şu kadın hayatta olsaydı neler sorardım?” diyen Zeynep Oral, bir yandan da biyografi tekniğini bir adım ileri taşıyor ve başlıyor Prenses Cristina ile tatlı tatlı konuşmaya… Bunu da “Gazeteciliğin getirdiği bir şey… Hikâyeyi, en çarpıcı, sıra dışı ve dolaysız biçimde anlatmak istedim onu da konuşarak yapmak çok kolaydı” diye açıklıyor.
Anadolu’da Bir Devrimci Prenses’i konuşmak için buluştuğumuz Oral ile gündemimiz Prenses Cristina’ydı elbette ama araştırmaktan, öğrenmekten ve üretmekten vazgeçmeyen biri olunca karşımda yeni kitapları sormadan da edemiyorum. İki kitabın yolda olduğuna da bizden duymuş olun…
Daha önce tarih sahnesindeki pek çok karakterin kitapları yazıldı, filmleri çekildi. İtalyan Prenses Cristina Trivulzio Belgiojoso ise çok sık rastladığımız bir isim değil. Sizin için Prenses Cristina’yı anlatılmaya değer kılan şey neydi?
Belki hiç aklıma gelmezdi yazmak ama Safranbolu Belediye Başkanı Elif Köse film yapımcısı Selçuk Metin’den bir film istedi. Prenses Cristina 1850’li yıllarda Safranbolu’ya gelmiş ve bir çiftlik kurmuş. Ben o zamana kadar duymamıştım da ismini. Senaryoyu benim yazmam istendi. Ben de kabul edip, Prenses’i araştırmaya başladım. Tüm kaynaklar İngilizce ve Fransızca... Okudukça, araştırdıkça kadına hayranlığım arttı, tanıdıkça daha çok sevdim.
Böyle ilerlerken Safranbolu’dan bütçe nedeniyle filmin yapılmayacağı haberi geldi. Selçuk Metin de ben de çok üzüldük. Birden düşündüm. Prenses ile çok keyif alarak geçirdim zamanımı. Ben bir kitap yapayım dedim.
‘Böyle bir kişi var ve nasıl olur da biz bilmiyoruz’ kısmı anlatılması için en önemli gerekçeydi aslında. İtalyan, devrimci bir kadın ve İtalyanlar bile bu ismi çok az biliyordu. Yine kadınların tarih boyunca yok sayılma hikayesi… Tarihi hep erkekler yazdı, hep erkekler savaştı, kahraman olan erkekler, müthiş olan erkekler, akıllı erkekler, olağanüstü erkekler… Hiç mi ortalıkta kadın yoktu? Tabi ki vardı ama hepsi yok sayıldı. Buna bir öfkem vardı zaten. Bunun yanında Prenses Cristina’nın kişiliği olağanüstü. Bir kere özgür ve bağımsız bir ruh, ilkelerine çok bağlı, gömlek değiştirir gibi fikirlerini değiştirmiyor. Hem değişimden yana hem de devrimin sürekliliğine inanan bir kişi ki gerçek devrimcilik de bu sanırım. Aşka, sevgiye inanan ve kadınsı özelliklerinin hiç birini yitirmeden inandıkları doğrultusunda ilerleyen bir kadın. Bu kişilik benim çok hoşuma gitti.
Cinsiyete ve sınıfsal statüye, o zamanın gerçekliğine dair tüm kalıpları yıkan bir kadın var kitapta…
Tabi. Hiçbir kural dinlemeyen, kalıpları yıkan, kendine güvenen, çok azimli… Oldukça ilginç bir kişilik.
Ne kadar sürdü araştırmayı yapıp kitabı tamamlamanız?
2020 itibariyle başlamıştım araştırma yapmaya, üç yılımı aldı kitap.
“Prenses Cristina, erkeklerin elinden zorla aldığı kalemle adını tarih sayfasına kendisi yazıyor…” Kitabın arka kapağında yazan cümlelerden biri bu. Çok güçlü bir ifade bu. Araştırıp daha da derine daldıkça ve bunları kaleme alırken siz neler hissettiniz?
Cristina’nın Anadolu’da yaşadıkları, gördükleri tüm o oryantalist yazarların gördüklerine hiç benzemiyor. Bugüne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu yazan Batılıların hepsi kendi gözlerinden renkli, esrarengiz şark dünyasına bakıyordu. Ya müthiş bir romantizm var ya saraydaki kadınların şıklığı, renkli, ipek dokumaları… Hem bir gizem, hem bir acıma tavrıyla yazılan yazılar. Oryantalist bakışta bir küçümseme de var. Cristina tüm bu büyüyü yok ediyor aslında. Onun baktığı yer Anadolu’daki insanlar. Osmanlı yalnız saray demek değil. O zamanlar Anadolu, Osmanlı İmparatorluğu’nun adeta bir sömürgesi. Yokluk, yoksulluk… Hastalıktan kırılan, yoksul bir toprak parçası var. Osmanlı tüm yatırımını Balkanlar’a yapıyor. Anadolu’da yaşayan insanların hiç bir şeyi yok. Cristina oradaki kadınlara bakıyor, oradaki hamama ya da hareme bakıyor. Gerçek yaşama bakıyor. Sıtmadan, veremden ölen çocuklara bakıyor. Tüm bunları yapıyor.
Ve bunları bir prenses yapıyor.
Evet, ama o prenses sadece bir unvan. Hiç prenses gibi yaşamamış.
Kitap biyografi tarzında yazılmış ama diğer biyografilerden farklı olarak okur sizin prenses ile karşılıklı konuşmalarınıza da tanık oluyor. Nereden aklınıza geldi bu tarz yazmak?
Araştırırken fark ettim ki ben prensesle konuşuyorum. Onun hakkında bir şeyler öğrendikçe, merakım artıyordu. Mesela çok merak ediyorum, kadınlarla ilişkisi var mıydı? Çünkü yanındaki bakıcıdan ne olursa olsun ondan hiç ayrılmıyor. Bir sürü aşıkları olmuş. Bütün şairler, besteciler, müzisyenlerin hepsine hayır demiş hepsinde bir kusur bulmuş. ‘Hay Allah! Şu kadın hayatta olsaydı neler sorardım’ dedim. Sıra dışı bir insan. Baktım ki konuşuyorum prensesle. Dedim ki bu konuşmayı kitapta da sürdüreyim.
Bu tarz kitaba da bir sıcaklık katmış.
Aslında ben de Cristina hakkında yazarken çok keyif aldım, çok eğlendim. Hiç zorlanmadan, sıkılmadan, eğlenerek yazdım. Gazeteciliğin getirdiği bir şey var. En açık, en net, en anlaşılır ve en dolaysız şekilde yazmak… Günümüzde de insanların öyle çok şey okumaya vakti yok. Ben bir kitaba başlayıp 45 dakikada bitiriyorum. Ben de prensesi en çarpıcı, sıra dışı ve dolaysız biçimde anlatmak istedim onu da konuşarak yapmak çok kolaydı.
İtalya’dan Fransa’ya kaçış, sonra tekrar İtalya, ardından Yunanistan, İstanbul ve son olarak Çakmakoğlu Çiftliği’ndeyiz. Prenses için Safranbolu ve bu çiftliğin önemi neydi sizce?
Bence huzur arıyordu, o huzuru orada buldu. Anadolu insanını da çok sevdi. Prenses işe yaramak istiyor. Bir çok kadının dilemması bu. İnsanlar işe yaramak istiyor. Kişisel, bireysel mutluluğunu topluma yönelttiğin zaman sen de mutlu oluyorsun. Hayat böyle. Safranbolu’da hastaları iyileştiriyor, insanlara okuma yazma öğretiyor. Kadınlara hiçbir zaman acıyarak bakmıyor, onlara arkadaş, suç ortağı gibi bakıyor. ‘İşe yarıyorum’ duygusu çok önemli.
Kızımı savaştan, baskıdan kurtardım duygusu da önemli. Bir de meraklı, yeni bir şey öğrendikçe mutlu olan bir insan.
Safranbolu ziyaretlerinizi biliyoruz ama bu çiftliği ziyaret ettiniz mi?
Film için görülmesi gereken yerler listesi çıkarmıştım. Listede vardı. Ama film yapılmayınca gitmedim. Ayrıca Paris’te yaşadığı evleri buldum, hatta döneme ait tabloları bile araştırmaya başlamıştım ama…
Bir yanıyla da 1800’lü yıllardan gelen bir karakter ile bugüne bir mesaj vermek istediniz mi kitapla?
Tabi ki. Ben hep şuna inanırım, bireysel özgürlük ile toplumsal özgürlük birbirinden farklı şeyler değil. Bizde maalesef bunlar çok kategorilere ayrılmış oysa yaşam bir bütün. O güne bakarak bugüne çıkarılacak ne çok ders var.
Ben, İzmir Amerikan Kız Koleji’nde okudum ve okulda bir mottomuz vardı. “Bu okula öğrenmek için girersin, hizmet etmek için çıkarsın.” Öğrenmek ve hizmet etmek birbirini bütünleyen şeylerdir. Hizmet etmeyeceksek, paylaşmayacaksak birilerini aydınlatmayacaksak niye öğrenelim?
Bu son kitabınızla birlikte yanılmıyorsam basılmış 24 kitap oldu değil mi? Var mı yolda yeni bir kitap?
İnkılap Kitapevi, benim tüm eski kitaplarımı sırayla basacak. Ama ‘O Güzel İnsanlar’ ve ‘O Büyülü İnsanlar’ kitaplarıma bir üçüncüsü olan ‘O Çılgın İnsanlar’ eklenecek. O da portre olacak. Bu üç portre sonrasında bir başka kadın kitabı daha olacak. Bir yandan onu da yazıyorum. Orada da minimalist öyküler olacak. Kimi hayal kimi gerçek 100 kadın olacak kitapta. İsmi ‘O Kadınlar Ki…’ olacak. Seneye biter.
Bu tarzdan farklı olarak bir öykü yazmayı düşünmediniz mi hiç?
Hiç roman yazmayı düşünmedim. Çünkü benim kitap yazma nedenim ‘bunu herkes bilsin’ diye. Edebiyat yapmak için kitap yazmıyorum.
Gazeteci, yazar, tiyatro eleştirmeni, feminist, İnsan Hakları savunucusu, barış eylemcisi, STK’cı, PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı… Tüm bu unvanlardaki kişi aynı kişi ve hepsini de keyifle sahiplenmişsinizdir mutlaka. Ama sizi en çok mutlu eden, keyif veren hangisi?
7 torunla vakit geçirmek. (Gülüyor)
Es verdiğiniz zamanlar yok mu?
Hayır demeyi öğrenmem lazım sanırım.
Çok sesli ve çok renkli yaşam tutkunu… Kendinizi bu şekilde tanımladığınız bir yazı gördmüştüm. Gerçekten böyle mi yaşıyorsunuz?
Evet, yani tek tip her şeye karşıyım. Beni yönlendirecek, bana farklı bir şeyler öğretecek, ufkumu açacak her şeye açım ben. Onu seviyorum. İnsan öğrendiği sürece yaşıyor. Ben hiç bir şey öğrenmezsem, öleyim gidiyim daha iyi. Farklılıkların çok büyük zenginlik olduğuna inanıyorum. Bu yüzden tabi ki onların tutkunuyum. Gidip bir şer görmek değil, gittiğim yerde ne öğrendiğim ne gördüğüm benim için önemli olan. Öğrendikçe zengin hissediyorum kendimi.
Siz sürekli yazıp çiziyorsunuz ama sizin en son okuduğunuz kitap hangisi?
Şuanda Sedef Kabaş’ın kitabını büyük keyifle okuyorum. Maalesef okumalarım genellikle yaptığım işle ilgili. Ne üzerine çalışıyorsam o dönemde onun üzerine olan kitapları daha çok okuyorum.