Öfkenizi kontrol etmeyin, yönetin
Öfkenin yarattığı enerjiyi en iyi şekilde yönetebilirsek, onu doğru kullanabilirsek hem iş hem de özel hayatımızda bilgelik yolunda önemli aşama kaydederiz.
Haber Merkezi |Tunç DİPTAŞ
ÖFKE İLE İLGİLİ farklı birkaç senaryo paylaşalım. Çok önemli bir projede yönetici olarak çalışıyorsunuz. Ekipte yer alan bir çalışanınız sizi arayarak projenin son toplantısına gelemeyeceğini bildiriyor. Nasıl davranırsınız? Arayıp bağırır mısınız? Bu çalışanı işten mi çıkarırsınız? Yoksa bu durumu nasıl avantaja çevirebileceğinizi mi düşünürsünüz?
Yoğun ve zorlu bir gün sonunda eşinize ya da arkadaşınıza olan biteni anlatmak istiyorsunuz. Eşiniz sizi dinlerken sürekli olarak telefonundan sosyal medya hesaplarına bakıyor. Sizi duyuyor ama aslında dinlemiyor. “Sen hep böyle yapıyorsun. Hiç beni dinlemiyorsun” diyerek ona bağırır mısınız? Yoksa sakince “Biraz bana ilgi gösterir misin, beni dinler misin” mi dersiniz?
Müşterinizle çok önemli bir toplantı gerçekleştireceksiniz. Günlerdir bunun için hazırlanıyorsunuz. Toplantı saatine sadece yarım saat kala müşteriniz size bir mesaj atarak gelemeyeceğini söylüyor. Müşterinizi arayıp ağzınıza geleni söyler misiniz? Yoksa “Belki başına bir şey gelmiştir” diyerek olumlu empati yapmaya mı çalışırsınız?
ÖFKENİN DE ASLINDA
KULLANIŞLI BİR GÖREVİ VAR
Kurumunuzu daha ileriye götürecek uzmanı olduğunuz bir konuda yeni bir fikriniz var. Bunu patronunuzla paylaşmak için odasına giriyorsunuz. Odada bulunan başka bir yönetici sürekli sözünüzü keserek bu fikrin iyi olmadığını söylüyor. Bu kişiye yüksek sesle “Kapat çeneni” mi dersiniz yoksa kibarca “Ben sözümü tamamladıktan sonra sizi dinlemek isterim” diyerek daha güçlü konuma mı geçersiniz?
Ofisinizde oturmuş e-posta yazıyorsunuz. Yanınızdaki insanın klavyenin tuşlarına sizi rahatsız edebilecek şekilde ‘tık, tık, tık’ vurduğunu duyuyorsunuz. Sinirlenip, “Biraz saygılı olun” diyerek o kişiyi uyarıp, söylenmeye devam mı edersiniz yoksa nazikçe biraz daha sessiz olması için uyarır mısınız?
20 yıldır Amerika’da yasayan ve Türkiye’yi sıkça ziyaret edip eğitimler veren birisi olarak iki toplum arasındaki davranış farklılıklarını yıllardır gözlemlerim.
Bu farklılıklar arasında en dikkatimi çeken Türklerin hoşuna gitmeyen bir olay sonrası öfke kontrolünü sağlamakta Amerikalılara göre zorlanması... Gözlemlerime göre öfkeyi yönetme konusunda Amerikalılar daha profesyonelce davranıyor.
Amerika’da kültürün içerisine yerleşmiş olan; ‘akılla yönetilmeyen öfkenin cezasız kalmayacağıdır.’ Kurumsal hayatta ya da toplumun içerisinde öfkesini kontrol edemeyenler bu davranışının bedelini ağır öder. Bu yüzden küçük yaşlardan itibaren sistem öfke duygusunun akıllıca yönetilmesi için eğitim verir. Ateşli tartışmaların, siyasi müzakerelerin kişiselleştirilmeyip konuşma özgürlüğü kapsamında kalmasının, yukarıda verdiğim senaryoların sakince sonlanmasının nedeni budur.
Türkiye’de ise durum farklıdır. Normal bir tonda başlayan tartışmaların sıklıkla kavgayla ya da hakaretle bitmesinin sebebi öfkeyi yönetme alışkanlığının olmamasıdır.
Nelson Mandela “Öfke zehir içmek ve sonrasında düşmanınızın bu zehirle öleceğini ummak gibidir” sözüyle öfkeyi yönetememenin zehir içmekle eş değer olduğunu müthiş bir şekilde anlatır.
Her duygu gibi öfkenin de aslında kullanışlı bir görevi vardır. İnsanı haksızlığa ve adaletsizliğe karşı harekete geçirir. Kendimizi önemsiz hissettiğimizde, sevgi görmediğimizi düşündüğümüzde, ya da güvensiz bir ortamda olduğumuza inandığımızda dışarıdan değil içimizden beslenmek gerektiğinin habercisidir.
Aristo “Herkes öfkelenebilir. Ancak doğru nedenle, hak eden kişiye doğru zamanda ve uygun sürece öfkelenmek zordur ve herkes başaramaz” der.
Öfkenin yarattığı enerjiyi en iyi şekilde yönetebilirsek, onu doğru kullanabilirsek hem iş hem de özel hayatımızda bilgelik yolunda önemli aşama kaydederiz.
Bu yüzden popüler bir tanımlama olan ‘öfke kontrolü’ üzerine değil ‘öfke yönetimi’ne kafa yormalıyız.
Her duygu gibi öfkenin de aslında kullanışlı bir görevi vardır. İnsanı haksızlığa ve adaletsizliğe karşı harekete geçirir. Kendimizi önemsiz hissettiğimizde, sevgi görmediğimizi düşündüğümüzde, ya da güvensiz bir ortamda olduğumuza inandığımızda dışarıdan değil içimizden beslenmek gerektiğinin habercisidir.