İkinci yüzyılımızda, ancak teknolojiye dayalı nitelikli üretimle refah toplumu olabiliriz
İSO Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan, EKONOMİ gazetesi için kaleme aldı.
Haber Merkezi |Cumhuriyetimiz, bir yüzyılı geride bıraktı. Genç cumhuriyetimizin yüz yılda başardıklarına gıpta etmemek, gurur duymamak mümkün değil. Geriye dönüp baktığımızda; uzun yıllar süren, neredeyse tüm beşeri ve ekonomik imkanlarını tüketen bir Kurtuluş Savaşı’nın ardından: çok daha zorlu bir savaşın yeni Türkiye Cumhuriyeti için başladığını görürüz.
17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihinde, Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin kurucu kadrolarının, İzmir’de çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi delegelerle birlikte “İktisat Kongresi” için toplanmalarının nedeni bu zorlu başlangıçtı. Memleketin iktisadına yeni bir rota belirlemek gerekiyordu. Toplantının açılışında Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri aslında gelecek günlerde ekonominin ne kadar önemseneceğinin, ilk ciddi hamlelerin iktisadi alanda yapılacağının da işaretiydi:
“Türk tarihi incelenirse gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadi sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü iktisadi durumla ilgilidir”
Öyle de oldu. Sermayenin ve insan kaynağının çok kıt olduğu koşullarda genç cumhuriyet, kalkınmasının merkezine sanayi sektörünü koydu. Sanayi alt yapısının oluşması için tüm imkanlar seferber edildi. Bunun için başvurulan en önemli kaynak da ülkenin doğal kaynaklarıydı. İzmir İktisat Kongresi’nin ardından hazırlanın 1. Sanayi Planı’nda geliştirilecek olan sektörler olarak şunlara karar verildi: Pamuk, yünlü ve kendire dayalı dokuma, demir ve bakır madenlerine dayalı madencilik, kağıt ve yapay ipek üretimine dayalı selüloz, şişe, cam ve personele dayalı seramik ve klora dayalı kimya…
Bu kararın gerekleri de hızla hayata geçirildi. Sümerbanktan Şişecama, ülkenin çeşitli kentlerinde açılan kağıt fabrikalarından maden ve demir çelik işletmelerine kadar birçok endüstriyel tesis 1925 ile 1940 yılları arasında devreye alındı. Bunlar birer devlet işletmeleri olsa da Cumhuriyet, özel sektörü de her zaman teşvik eden, yabancı sermayeye kapılarını hiçbir zaman kapatmayan bir yaklaşım içinde oldu. 1950’lı yılların ardından sanayi alanında pek çok özel sektör girişimi gerçekleşirken, yabancı sermayeli şirketlerin de kimyadan gıdaya kadar birçok sanayi sektöründe faaliyet göstermeye başladığını görürüz.
Dışa kapalı olmasa da ekonomik ilişkilerde dış dünyaya hep temkinli adımlar atan Türkiye, dünya ile tam entegre olmayı 1980 yılından sonra uygulamaya aldığı politikalarla seçti. Dönemin Başbakanı, daha sonra Cumhurbaşkanı olacak olan Turgut Özal’ın cesur politikaları ile Türkiye ekonomisinin “dışa açılma” serüvenini başladı ve başarıyla devam etti.
Türkiye bir yandan kendi sanayiini kurarken, küresel şirketlerin de çekim merkezi halini geldi. Birçok yeni yatırım gerek yerli sermaye ortaklıklarıyla, gerekse yüzde yüz yabancı sermaye ile gerçekleşti. Bunun sonucu olarak ekonomide istihdam arttı, teknoloji gelişti, dış ticarette yıldan yıla ciddi sıçramalar oldu. Ülkenin 1980’li yılların başında 3 milyar dolar civarında olan ihracatı bugün 250 milyar doları aşmışsa, bunda özel sektörün ve girişimcilerimizin katkısı büyüktür.
Ülkemiz bugün, kuruluşunun ikinci yüzyılında, ekonomik açıdan birinci yüzyıla göre çok daha farklı ve güçlü. Geleceğe dair büyük hedefleri olan bir ülkeyiz. Dünyada ekonomisinin en güçlü 10 ülkesi arasında olabilmek için yol alıyoruz. Henüz 10 bin dolar civarındaki kişi başına gelirimizi dünyanın refah toplumları seviyesine çıkarıp orada yerimizi almak istiyoruz.
Kuşkusuz günümüz dünyasında bunları başarmanın yolları, örnekleri var. Sadece birine, Güney Kore örneğine bakmak bile çok öğretici. 1960’lı yılların başında kişi başına milli geliri 60 dolar düzeyinde olan Güney Kore, bugün teknolojik alt yapısıyla, Samsung, Hyundai, LG ve daha birçok sektördeki global markalarıyla ve kişi başına 32.000 dolara çıkarmış olduğu milli geriyle dünyanın refah toplumları arasındaki yerini çoktan aldı. Güney Kore, bunu son 40 yılda eğitimden üretime kadar her alanda gerçekleştirdiği büyük dönüşüm ile gerçekleştirdi.
Biz de Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının başında bunu mutlaka başarmalıyız. Refah toplumu olma yolunda ilerleyen ekonomimizin lokomotifine planlamayı koyarak, onu kararlı bir restorasyondan geçirmeliyiz.
Peki nasıl bir restorasyondan söz ediyoruz? Yüksek teknolojiye dayalı, nitelikli, kaliteli ve dünya ile rekabet edebilen bir sanayi üretim anlayışını ekonominin en temel hedefi haline getiren ve bunun için gerekli tüm önlemleri barındıran bir transformasyondan söz ediyoruz…
Bu perspektifi ve vizyonu ekonominin lokomotifi yapabilmenin en temel yolu hiç kuşkusuz bilimin yol göstericiliğinde gerçekleşecek olan eğitimdir. Teknolojik gelişmelerin hızla değiştirdiği iş gücünün yetiştirilmesi için eğitim planlaması, geleceğin ihtiyaçlarına uygun olarak kapsayıcı bir şekilde yapmalıyız. Okul öncesinden yüksek öğrenime kadar olacak şekilde belirlenmiş eğitim hedefleri, sürdürülebilirlik kavramını da içerecek şekilde oluşturmalıyız.
Özellikle üniversite sanayi iş birliği ile ilgili yeni imkanların tanınması, üniversitelerin eğitim müfredatlarının daha uygulamaya yönelik olması gerekmektedir. Bu birliktelik sanayi işletmelerinin, üniversitelerin araştırma ve geliştirme kapasitesinden yararlanarak, yenilikçi ürün ve hizmetler geliştirme konusunda daha başarılı olmalarının önünü açabilir.
Eğer bir sanayi ve refah toplumu olmak istiyorsak, sanayinin ihtiyaç duyduğu yetkin ve nitelikli çalışanlar yetiştirebilmeliyiz. Bunun için mesleki eğitimi mutlaka güçlendirmeli ve bu eğitimi sanayi ile yakın iş birliği içinde yürütmeliyiz. Çünkü mesleki eğitimin güçlendirilmesi, işverenlerin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücüne ulaşmasını sağlayarak, sanayinin rekabet gücünü artıracak ve Türkiye'nin ekonomik büyümesine katkı sağlayacaktır.
Ayrıca yüksek öğrenimdeki üniversitelerin niteliğini artırmalıyız. Bu en büyük katkıyı Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik gelişimine yapacaktır. Nitelikli mühendis ve diğer iş gücü yetiştirmemize yardımcı olacak ve sanayinin daha yenilikçi hale gelmesine imkân tanıyacaktır. Bu doğrultuda, yüksek öğrenimde hızlı bir şekilde artan üniversite sayısının ardından artık bu üniversitelerin niteliğinin geliştirilmesine odaklanmamız gerekmektedir.
Eğitimin yanı sıra günümüzde küresel rekabetin anahtarının bilgi ekonomisine dayalı olduğunu unutmamalıyız. Cumhuriyetimizin yeni yüzyılında, bu gerçekten hareketle, önümüzdeki dönemde bu doğrultuda bir sanayileşme perspektifi benimsemeliyiz. Bunu bilim, teknoloji, Ar-Ge ve inovasyon politikalarıyla entegre bir şekilde kurgulamalıyız. Sanayimizin rekabet gücünü artırmak için bu kaçınılmaz.
Bugün sanayi 4.0 üretim teknolojilerinde önemli ölçüde otomatizasyon sağlanmıştır. Şimdilerde ise Sanayi 4.0’dan Sanayi 5.0’a geçiş gündemdedir. Sanayi 5.0 toplum için tasarlanan insansız teknolojiler olarak tanımlanmakta, robotların daha akıllandığı ve bunun sonucunda üretimin emeğe olan bağımlılığının azaldığı bir dönemi başlatmaktadır.
Sanayimizin bu dönüşüme hazırlıklı olması gerekmektedir. Bu dönüşüme ayak uyduramayanlar için kaçınılmaz son, rekabet gücünü kaybetme ve küresel ekonominin gerisinde kalarak yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmak olacaktır.
Unutulmamalıdır ki, sanayinin dijitalleşme sürecine katkı sağlayacak en önemli hususlar güçlü Ar-Ge yatırımları, dijital teknolojilerin yerli olarak üretilmesi ve nitelikli insan kaynağına olan yatırımlar olacaktır.
Teknolojide bu hızlı gelişmeler yaşanırken, diğer yanda kaynaklar verimli ve doğru kullanmak da yeni yüzyılda en önemli stratejilerimizden biri olmalıdır. Bugün iklim krizinin, gezegen ve buna bağlı olarak iş dünyası üzerinde etkileri, sanayi sektörünün geleceğini de şekillendiren ana faktörlerden biri olmaya başlamıştır.
Başta Avrupa Yeşil Mutakabatı olmak üzere küresel piyasalardaki sürdürülebilirlik odaklı gelişmeler bu yüz yılda bu alanda atılması gereken pek çok adım olacağını göstermektedir.
Bununla birlikte önümüzdeki dönemde bireysel ve kurumsal hayatın en önemli bileşeni olmaya devam edecek olan sürdürülebilirlik, ülkemiz sanayisi için yeni bir fırsat penceresi sunmaktadır. Bu nedenle uzun vadedeki planlamalar ve çalışmalar sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmaya yönelik olmalıdır.
Bu süreçte sanayimizin en önemli girdi ve maliyetlerinden biri olan enerjide uzun vadeli rekabet gücünün sağlanması ve kaynak çeşitlendirmesi büyük önem taşımaktadır. Dünya genelinde yaşanan enerji darboğazı karşısında önemli bir alternatif olarak ortaya çıkan “Hidrojen” yeni fırsatlar yaratacaktır. Bu süreçte yenilikçi sanayinin rekabet gücünü artırmak için sürdürülebilir ve öngörülebilir enerji politikaları oluşturulmalıdır.
Sanayinin ikiz dönüşümünü (dijital ve yeşil dönüşüm) gerektiren önümüzdeki sürecin teşvik-destek mekanizmaları, insan kaynakları ve eğitim politikalarını da içerecek şekilde kurgulanması önemlidir. Bu alanda hizmet veren yerli teknoloji tedarikçileri teşvik edilmeli, ikiz dönüşüm için destekler artırılmalıdır. Esasen, sanayimizin ikiz dönüşümü için ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeler rekabet gücünün korunması, kapsayıcılık ve geleceğe uygun iş modelleri dikkate alınarak tasarlanmalıdır.
Bütün bu çalışmalar etkin bir koordinasyonu ve karar alma süreçlerinin hızlandırılmasını gerektirmektedir. Sanayi gibi oldukça karmaşık değer zincirine sahip yapılarda sürdürülebilirlik odaklı dönüşüm için kamu-özel sektör iş birliklerinin şeffaf biçimde sağlanması ülkemizin olası fırsatları yakalayarak rekabet gücünü artırmasına yardımcı olacaktır.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, hep hayal ettiğimiz gibi; başta üretim alanında olmak üzere, ekonominin her alanında her türlü kayıt dışı ile mücadele eden, sabit sermaye yatırımlarının en temel başvuru kaynağı olan tasarruflarını arttıran, enerji ve ulaştırma altyapısını güçlendiren, Ar-Ge ve inovasyonu her alanda hakim kılan, bilgi ve iletişim teknolojilerini yaygınlaştıran, yüksek katma değerli üretim yapısına geçmek için temel sektörlerde kümelenmelerle birlikte özel sanayi bölgesi havzaları kuran, aktif işgücü politikasını gelişten ve eğitimin işgücü talebine duyarlılığını artıran bir strateji ile yol almalıyız.
Biz sanayiciler, ülkemizin “yeni yüzyıl”ında bu perspektifin gerçekleşmesi ve ülkemizin bilgi ve refah toplumu olma yolunda güçlü adımlar atabilmesi için elimizden gelen her türlü çabayı gösteriyoruz. Ülke olarak bunu başaracağımıza olan motivasyon ve inancımız da tamdır.
Gelecek 10 yılda küresel büyümenin yüzde 14’ü yapay zekadan sağlanacak
Öte yandan dijital teknolojilerin sanayide kullanımı ve teknolojik dönüşüm gün geçtikçe artmaktadır. Robotik teknolojiler ve yapay zeka uygulamaları sanayide teknik süreçleri iş süreçleriyle bir araya getirerek akıllı fabrika olarak nitelendirilen yeni bir endüstriyel dönemin kapılarını aralamaktadır. Önümüzdeki 10 yıl içinde küresel büyümenin yüzde 14'ünün tek başına yapay zeka ile sağlanacağını düşünürsek bu teknolojilerden en yüksek seviyede faydalanmak ve dijital dönüşüme ayak uydurmak sanayimizin öncelikli hedefi olmalıdır.
Lojistik kanallar, entegre çalışmalı
Çin’in Yeni İpek Yolu olarak tanımladığı Kuşak ve Yol Projesi, Avrupa Birliği’nin bu projeye karşı açıkladığı Küresel Geçit Projesi ile dünyada yeni ticaret yolları ve buna bağlı olarak yeni ticaret blokları oluşmaktadır. Türkiye’nin mevcut jeopolitik ve coğrafi konumu, dünyanın değişen güç dengelerine bağlı olarak uzun vadeli bir bakış açısı ile ele alınmalı, deniz, hava, kara lojistik sistemlerinin birbirine entegre biçimde çalışması sağlanmalıdır.
Karbonsuzlaşma yolculuğunda yeni politikalara ihtiyaç zorunlu
Uluslararası rekabete dayalı sanayi sektörünün karbonsuzlaşması ülkemizin 2053 net sıfır hedefinin yakalanması için kritiktir. Önümüzdeki yıllarda sanayinin karbonsuzlaşma yolculuğunda şirketleri daha kısa sürede temiz üretime teşvik eden her düzeyde politikaya ihtiyaç duyulacaktır.